Pazartesi

ay ay ay, es muy ridiculo

first day

lölölö: bir günlük'ü okudum da kendi postlarımın daha dolu olmasını diledim.
saat on kırk üç ve hala dersim başlamadı.
ama eski günlerdeki gibi defter kapladım dün gece, bir dolara aldığım çirkin siyah kapaklı ve çok çok kalın kareli (gerçekten gençler kareleri niye bu kadar kalın yapmışlar anlamıyorum) defteri, orientationda dağıttıkları milyonlarca gereksiz flyerdan neon turuncu olan ikisiyle kapladım. şimdilik çok güzel gözüküyor, ama kağıt kapaklı defterlere eninde sonunda ne olduğunu hepimiz biliyor ve hissediyoruz sanırım.
bu akşam annemler türkiye'ye dönüyor. ders çıkışında birkaç saat gördükten sonra onları çok sevgili ve çok acımasız 6 otobüsüne geçireceğim. tanıdığım upperclassmen gözlerimi dolu görecek ama çok tatlı oldukları için -inanması güç olsa da tanıştığım yüz insandan sadece birini 'tatlı' olarak adlandırmakta tereddüt ediyorum şimdilik- amerikanca its okey diyecekler, shedd aquarium'dan penguenime sarılacağım ve hayatım mükemmel olmaya devam edecek.
0.7 uç aldım, burada uç çok pahalıymış.

Pazar

ekimin son günü geldi

yarın dersler başlıyor.
first up: calculus
ve emaillerini ispanyolca gönderen ispanyolca dersim.
bana şans dile!

*

edit: eylül yerine ekim yazmış olmam tamamen vişful tinking.

Perşembe

bir çeşit collect

burası da bir çeşit collect oldu ama haftaya kadar tadını çıkarmama izin veriyorum.
25 eylül perşembe
ders seçme öncesi stresi

ilk quarter derslerim

romantik çıkışlarım

ciğerimlen.

Çarşamba

palmer house sevgililerim

oh uchicago
you give me so much joy
tabi ki dersler başlayana kadar. şu andan şu geceden ve şu housebonding tiger bear gargoyledan bahsediyorum.
yaşasın palmer house sevgililerim
ve hala lokumlarımı vermeye kıyamadığım gece saatleri
memnunum.

Salı

lookin like a tiger bear

can I get a price scan on you

she came in the club...

maybe this'll cheer you up, roller coaster ride

Pazartesi

collect

dünyanın en güzel şarkısı mı ben mi palmer'lı oldum birden?

memnunum. odam: swag. otobüsler: wolo. yemekler: oreo.

telefonum: aslı rana maşallah.

yazmadan edemeyeciğim:
can I get a price scan on you?
now I'm on your roof, gargoyle (grrr)
she came into the club looking like a tiger bear
if looks could kill, homicide
let me know about the extra baggage, drama side
maybe this'll cheer you up, roller coaster ride
...
take your shoes off, get comfortable
you can let your hair down, rapunzel

Pazar

muuv in dey

gittim sanma ama jet lag atlatmaya çalışıyorum.
yaşasın güzel odam
yaşasın telefon internetim


bi de bana uygun görülen quote:
anybody can be a rapper, but not anybody can be a classical artist. -Nas
*
çok uykum var ama nedense uyumuyorum şimdilik.
insan çok kırılgan hissettiği zaman daha affeder hissediyor, ama bu da çok kafa karıştırıcı. ya da belki affeder hissetmek ile bunun üzerine bir şey yapmanın farklı şeyler olduğunu söylemeliyim kendime.

yaşasın snapchat, yaşasın teknoloji

Perşembe

phoenix

bu eve kocaman veda. bu evi EN ÇOK seviyorum.

yirmi eylül iki bin on üç cuma

günün çevirisini unuttum resmen:
doğru bulunduğunda, yalan olmak, ve bütün neşe, içindeki ölür, sevecek biri istemez misin, sevecek biri gerekmez mi, sevecek biri istemez miydin, sevecek biri bulsan iyi edersin

-SON-

son gece. bitti. o gün gerçekten geldi. bana şans dile.
*birkaç saat bir şey yapmadan ama ne yazık ki pek aile saadeti de yapmadan geçti*
madem bir günde birden fazla postlara yeniden başladım diyordum, bunu da ayrı bir post yapayım. ama ne fark eder editle yeni post sanki.

on iki saat sonra uçağım kalkıyor. yani evdeki son dokuz saatim.
düşünecek pek bir şeyim olmadığı için bu tür deli hesaplar yapıyorum, oysa hiçbir önemi yok.

fark ettiğime göre insan bekledikçe daha çok hayal ediyor. more room for: a, disappointment; b, premature depression. ben uydurdum ama mantıklı duyuluyor bence.

pek garip bir geceydi. hatta sanırım bu iki aylık bekleyişim süresince kötü hissettiğim tüm anların özünün toplamı gibiydi. ama premature depressiondan farklı, çünkü premature depression gelecek ile ilgili bir kötü hissetme durumu.
konuşurken garip bir şey dedim ne demek istediğimi de anlayamadım ama kimseye hesap vermem gerekmeyecek diye sevinirken general well-beingime katkıda bulunan insancıl şeylerden bahsettiğimi fark ettim. mesela arkadaş edinme konusunda kimseye verecek bir hesabım yok, ki sanki lisede var mıydı, ama ben niye böyle bir konuşmada böyle bir konseptte böyle bir şeyden bahsedeyim ki? istediğim kadar evcimen, to put it lightly, olabilirim ama zaten bunun getirisi bana? bu paragrafta pek bir şey demiş bulunmuyorum sonuç olarak.
aaaaaaaaaaaaaah, telefon interneti. geleceğe dair anılarımız varsa eğer, en çok özlediğim şey sensin. spamlerimi, çekeceğim fotoğrafları, göndereceğim insanları şimdiden görebiliyor, görmeyi bırak hissedebiliyorum bile. ha desem önümüzdeki yıllarda rutine oturtacağımız spamleri tek tek sayabileceğim.
bir uzansam dokunabileceğim ama...

bu da beni bir sonraki paragrafıma getiriyor. kendimden hiç beklemediğim alınganlıklar, kırılganlıklar, uzanganlıklar ve bilumum konuşayazmaganlıklar yaşıyorum. that being said, ya da türkçesiyle o oluyor söyledi, muhtemelen kendimden bekleyip de beklediğimi kabul edemediğim şeyler olabilir. bu tür -ganlıklar konusunda yaşadığım sayısız içtartışmalar hep aynı sonucu vermeye devam ediyor. umuyorum ki sonları da yakındır.

evcimen sözcüğünün başına s koyunca sevcimen oluyor.
bir de insan hava kararınca daha yalnız kalıyor.
bir de hiç ^bu^ndan öleni duymadım.

21 eylül peace one day ya, barış, barışmak falan///edit'in eğik yazısı da bu olsun: I am a phoenix after all. after, all.

Çarşamba

hataya muhtaç kaşifler

küçüklüğümdeki gibi, ablamın arkadaşlarının doğumgününe gittim. çok eğlendim. çok özlediğim insanlarla konuştum.
güzel şikago arkadaşlarıyla tanıştım.
tuz ve soğuk yedim.

ama bu kadar gülmek heyecan-endişe karışımı korkularıma pek yardımcı olmadı.

biraz da yalnız olmasam diyorum, anlarsın ya ;)

*

kalbim hiç düşünmeyeceğim şekilde kırıldı.
gerçekten buraya kadardı. on sekiz eylül iki bin on üç çarşamba.
kayda geçsin.
ne yapabilirim ki? sarı ibare bana o kadar şey hatırlayor ki (hatırlatmak yerine ifade ediyor yazacaktım ki kendimi düzelttim) görüp gitmemeye dayanamıyorken görmemek de beni delicesine kayıp hissettiriyor. artık bir sarı ibare eksik yaşayacağım sanırım. beklemiyordum ama şaşırtmamalı da.
öyle efektif rest çekiyorum ki kendime bile fazla geliyor bazen. içgüdüm diyor ki söyle. yanlışsa bile bu yanlışı yapma hakkın var.
ama içgüdülerimi yenerek bu profili çizebildim. bebeğim mi bilinçaltım mı alışkanlıklarım mı. zor bir seçim olacak.

*

canıım sen de benim gibi mi yapıyorsun? iyi geceler.

bir gün ben de kütüphaneye gidebileceğim!

bu sabah beynimle uzun süre sonra tekrar konuştuk. bana kitapların kanatlarında uçabileceğimi söyledi. bir de dün gecemi anlattım ona, nasıl korktuğumu ve eskiden beynimin olduğu yerde düşüncelerin yer yer koşuşturup yer yer puro içtiğini. biraz rahatlattı, çay demledi ve aslında beni güzel günlerin beklediğini söyledi. belki başka bir beyinle bile karşılaşabilirmişim.
bu sabah beynim hiç kıskanç davranmadı. aksine destekleyiciydi ve sanırım alışma sürecimde zaman zaman yanımda olacak. beynimle boşanmanın bu zaman içinde yaptığım en gerekli ve sağlıklı (sağlıklı kısmını tartışabiliriz sanırım) şeylerden biri olduğunu hissediyorum. bunu yaptığıma göre artık devam edebilirim gibi geliyor. 
belki yine calculus ve fizik derslerinde çabalamam, kitap okumam okumam okumam iyi olacaktır. yahu kim bilir, bilgisayar okurum belki. belki de küçük çocukları o kadar severim ki öğretmen olmak isterim yeniden. beynimle büyük bir kavga ve boşanmamız, şimdi beni büyütecek olan şeylerden.

düşünmek yine güzel. güreşen düşüncelerim de zamanla büyüyecekler. o zaman dünya barış içinde yaşayacak, çocuklar gülecek ve herkes huzurla dolacak.

şimdi o lokumu nasıl götürürüm ona bakayım, gerisi gelir.

como eso, pero mejor. mas mas mejor.

Salı

bunun adı kalp krizi mi panik atak mı emin değilim ama gerçekten kötü bir his:
ben kimim, ne yapıyorum ve neden.

beyinsizlik

aaaaa, evet...
beynimle boşandığımızdan beri hayatımda bazı değişiklikler yaptım. eskiden bir şey olduğunda hep beynime danışırdım. arada elim gitmiyor değil, düşüneyim derken yakalıyorum kendimi. ama yavaş yavaş alışıyorum sanırım. hayatımda bir beyin yokken daha özgür oluyor insan. mesela yaptığım şeylerin, düşündüklerimin ve dediklerimin sorumluluğunu üstlenmiyorum.
ve web therapy izliyorum.

Pazartesi

I did not miss this.
a fight with my brain and our divorce
bugün benden sana igloo üzerine akvaryum çünkü mayıs hatrına yeniden gevende

Pazar

how I first lost my mind: memoirs of a lunatic

bugünkü uykumdan ökseotu almaya gitmişti nerede kaldı? diye uyandım. forgive me for being so blatantly freudian.

gerisini de sonra yazarım. yapacak hiçbir şeyim kalmadı. bu yüzden de konuşacak şeyim çok az.

bu kez çeviri yok: bal saçlım, inanma rüzgarlara, göklerin mavi olduğuna, gerçek olan sensin, senin rengin, sana dokunmak, sıçramak, delirmek

Cumartesi

mr zebra

KAFAM ÇOK KARIŞIK
ÖZLEDİM Mİ NE heoooooooooooooooooe

ooo editler de buradalarmış hoşgeldiniz efendim
bugün yer yer güzel bir gündü. yürüdük, yedik, eğlendik.
sonra da şampanyalı akşamlardan.

ama herkesin bildirimlerinde sarı ibare görmek kolay değil.
iki laftan birinde duymak, daha doğrusu hatırlamak kolay değil.
ışıkları ve kapıyı kapayan iki insandan biri olmamak hiç kolay değil.

onun dışında gidiyor muyum, gittim mi, kalsa mıydım, gelseydim gibi düşünceler çok karıştırıyor kafamı. e ben gidiyorum diye mır yapan iki koca kedim de var evde.

bir de baktığım her bal gözlü yirmi artıyı görmesem daha kolay olabilirdi.

işte bu tür şeyler insanlarla konuşturmak istiyor beni. ama bir yandan -biryantin- konuşmamak en iyisi. ben de konuşmak yerine bakışıyorum artık sanırım.

merhaba bay zebra, kazağınızı alabilir miyim, çünkü çok soğuk soğuk, bu çukurda

bu da son edit olsun ama olsun: "eski sevgiliye bakar gibi baktın" lafı beni çok etkiledi keşke bu kadar etkilemeseydi. katıylara geçsin.

Cuma

doksan altı model volvo steyşın

ULAN diyorum
büyük harflerle
ULAN
aileiçi kavgalarda da sarı ibare

aralık'ı hatırladım böyle olunca, beşiktaş bulvarındaki bir kafe
kırılgan ve ihtiyaç içinde gitmiştim, bir saatini ayırabildi.

ULAN diyorum büyük harflerle.

hay allah, son bir hafta ama
en güzidemin düğününü unutup davet ettim
ne bileyim yönetmeyi beceremedim başka şeyleri
ve hala kendime bir veda edercesine mor-kırmızı köprü ışıklarına bakıp
dans etmiyorsun, ne bileyim alesta fundo
atayım kendimi işte bırakayım demiri

birçok neden var, kart atmayacak olmam için, paraguay'dan, paraguay'dan
son bir hafta bebeğim

Perşembe

clean cut

ben bu çoraplarım olmadan nasıl yaşayabilirim ki?
seferberlik.
birkaç etiket patlatacağım, sadece yirmi liram var cebimde, avlanıyorum, kelepir arıyorum, bu lanet olası dehşet

Çarşamba

aptal bir ikinci aşk kalıntısı

dans etmiyorsun'u hatırladım nedense


"alacağın bütün biletler
satılık şimdi
pespembe kartlara basılacak
sevgiline uzatamayacaksın
düşündükçe kaşınıyor kirpiklerim"

kendimden alıntı yaptığım bu güne lanetler

böyle bişey

yazık, içimdeki ergen de arada 'şşt. konuşsana. konuşsana ya. bak orada. git konuş.' diyor.
o da insan.
belalı.
yok olacak gibi değil. birkaç volumlük kitap gibi, içimdeki ergen belasını arıyor vol.1:internet görgü kuralları
hoş-sar-hoşluğun da internetlisi sorun oluyor yahu.
içimdeki ergen kim ben kim git allaşkına.
benimle dalga geçen bir sarı ibare var zaten, içimdeki ergen de beni deli sanıyor.
iki bavul kapamış bir bebek, sıkılgan çakırkeyf bir ergen ve bezgin bir elli yaş. oturmuşlar şarap içiyorlar.
resimlere bakıyorlar. çılgın yirmili yaşlarını hatırlıyorlar.
vol.2:nasılsın diye sorsam mı?
vol.3:hayır.

p.s. bu kızın anlatacak ne çok şeyi olacak. on altı yaşındayken *** bir sevgilim vardı. bütün yaz beraberdik. dili dille öğrendik. vay be. yaşlandım yahu.
p.p.s. KUSMUK KOKUYORSUN da demiş olabilirdi mesela. kendimi güldürdüm. güldürürken düşündürdüm. düşündürürken delirdim. delirirken öğrendim. bir nevi gülerken öğrendim.
p.p.p.s. ortada bir ilahi adalet dönüyor ama tam kestirebilmiş değilim. içimdeki ergen bir kez daha mağarasına çekilirken arkasında eser miktarda ay ışığı ve su sesi bıraktı. su sesiyle bebek uyutup ay ışığıyla bezgin elli yaşı yatıştırırım diyorum, sonrası yalan
---
yahu madem yazıyorum: ben daha güzel gözlük seçerdim be güzelim
bi de genel olarak ben daha iyi hallederdim yani
nerede tüm ruh kızkardeşlerim? akışınızı duymama izin verin. hey kızkardeşim, ruh kızkardeşim, git kızkardeşim, ak kızkardeşim

Salı

o başlığın yazısı da buydu:

what a fucking shitty way to wake up; to see love around you and not being able to enjoy it
just.fucking.shitty.

*

roberte gidince küçüklere you won't be rewarded. especially not for your english. demek istedim

hello, hey joe, you wanna give it a go?

Pazartesi

-SEN DE Bİ GİDEMEDİN HAHAHA

" 'cause I am the champion and you're gonna hear me roar"

COLA: Certificate of Label Approval

günün şeysileri bunlar. ama ben yine biraz karışığım.
*
törende duyduğum en kötü konuşmalardan ikisini duydum. ama jonesunki fena değildi. hocaları görmek tatlıydı, ama kovuluyormuş gibi hissettim.
berna hocam de iki sözüyle allak bullak etti beni. uzak dursun, allahgöstermesin dedim ama dedikten sonra da üzüldüm.
*
yalnızlık birçok açıdan başa bela.
canarkadaşlarıma yan bakmam açısından biraz bela. arkadaşlıklara çok zarar verebilecek şeyleri yalnızlıktan istemek gibi.
bir yandan sesli söyleyip, duyup, vazgeçmek istiyorum.
bir yandan sesli söylemeye bile utanıyorum.
bir yandan da gidene kadar tutunmak istiyorum.
*
yine karışığım. ne bileyim, ihanet değil ki benim gördüğüm mini-ihanetler. niye görmekte inat ediyorum onu da bilmiyorum.
everyway that I can çalıyor, öyle bir gece bu gece.
girls night in. törpü ve aseton.

burada değilmişim gibi geliyor. orada da değilim. her şey gerçeküstü. hiçbir şey gerçek değil. olmuyor. olması gereken birçok şey var ama olmuyormuş gibi.

***edit: HEP BÖYLE ZAMANLARDA LANET OLASI SARI İBARE YUKARIDA DURUYOR

Cumartesi

18 ağustos yeniden

hüzünden en bariz hareketi kaçırdım.

O ŞİMDİ ÜNİVERSİTELİ

yok hayır okumaya gidiyor

permanent address'im olarak bademli'de geçireceğim son gece.
evdebalık.
bu ne garip hismiş.

*

tutup formspringimi okudum.

*

*

*

midem bulandı.

Cuma

kim bilir bir daha ne zaman

ben, bu, bir, bö
bir baktım bursa'dan gidiş tarihimi erteleyip duruyorum.
oysa nedir ki: ölümler üstüne boşaltılmış bir evin kesilmiş ağaçlarına bakıyoruz beraber.
duvar kesilmesini dinliyoruz sabahtan akşama kadar.
arada bir singapurlu arkadaşlar tarafından tacize uğruyoruz. ama şu lanet olası chat sırasında aşağı inmeyi reddeden sarı ibareyi izliyoruz her gün. her gece.
yastık vakumluyoruz. birkaç saat sonra şişiyor, yine vakumluyoruz.
fotoğraflara bakıyoruz. içimiz kıyılıyor.
email cevaplıyoruz. içimiz kıyılıyor.
para alıyoruz. para satıyoruz. bir bakıyoruz elde avuçta kalmıyor.
duvar kesilmesini dinliyoruz sabahtan akşama kadar.
uzaktaki arkadaşları dinliyoruz. içimiz kıyılıyor.
biz kimiz diyoruz, sinirimiz bozuluyor.
bir telefon almak istiyoruz. bakıyoruz kafamız karışıyor.
internetimiz gidiyor. gidiyor. gidiyor.
sarı ibare orada duruyor. hayatımızda bir metafor sanıyoruz.
kalbimiz ağrıyor. ilaç alıyoruz.
sonra sarı ibare kayboluveriyor, onu arıyoruz.
saçmalıyoruz. hep saçmalıyoruz.
rüyalar görüyoruz kabus oluyor.
kabuslar görüyoruz-- ağaçlar kesiliyor.
belgesel izliyoruz, flemenkler tenis oynuyor.
solmuş çiçek ayıklıyoruz sabah akşam.

ama kalayım diyorum. bir gün daha ev yemeği yemek için kalayım.
internet gitsin diye kalayım.
sağlammış gibi davranmak için kalayım.
dağılmamak için kalayım.

anneannem fanila giyiyor musun diye sorsun, babaannem papatya desin diye kalayım.

ya da acilen gitmem lazım. harry, danny, george, bob, eddie, alfie, billy, henry, johnny, louis, james, charlie, ollie, tommy, andy, martin, zack, milly, frank, abe, ben, ted, barry, bo. acilen.

edit: minik, minik olduğu kadar da korkunç bir edit. çok güzel şeyler düşünerek uyumalıyım dediğimde, düşünmek istediğim çok güzel şeylerin ne olduğunu bilmediğimi fark ettim ve sanırım kalbim mideme düştü.

Salı

eylül in da türkiye

hey, amerika
karadutlu katmer


aaaaaa yeaaaa

Pazartesi

gün geceye dönüyor

gibi günüm nasıl da döndü.
kötü başladı. gereksiz kötü başladı.

sonra iki yıldır özlediğim koy muhabbeti,
üstüne bir de yakışıklı -ve malesef illegal, tam tamına iki yaş küçük!- çocuk,
ve thanksgiving'de new york'ta beni ağırlamak isteyen iki ayrı aile.
günüm çok güzel geçti.

istiridyeden inci çıkması gibi bir şey.

ergenlik yeniden

sonbahar ve ben kimim

çok gerekli edit:
kafalar bir gidip bir geliyor tabi, altı aydır eylül yoktu ortada birden geliverdi. galibardi. böyle saç gibi göz gibi bir şey oldu sabah sabah görünce, burada rüzgardan üşüyorum, gitmek istiyorum bir an önce daha soğuğa. o kıtada ne mi var? ben de daha bilmiyorum. ama, herkesin dediği üzere atmalı kapağı demek ki. ne bileyim ben. yine fotoğraflarda kaybediyorum aklımı.