Cumartesi

Fesleğen, Nane, Çam

Eat, drink and be merry, for tomorrow we die.
Daha doğru şekilde söylemek gerekirse:
Eat, drink and be merry, for tomorrow ye diet.

En sevdiğim sözlerden. Eskiden sonu için sevdiğimi sanırdım. Oysa ki içinde geçen Eat, drink kısmına hayranmışım.

Eat, drink, and be merry, for tomorrow we die.
Hazır yaz da gelmişken,
Eat, drink and be merry, for tomorrow ye diet.

Cuma

Eski armadillolardan

Ablamın odasındaki 90lar cennetinden, sayısız Radioheadlerin arasından No Doubt ve Robbie Williams cdleri bulmayı başardım. Küçük çaplı nostalji yaşadıktan sonra çooook uzaklardan gelen düğün müzikleri.
Eski armadillolardan.
Billy Joel'dan Vienna hepimize gelsin.
***
Bugün 30 Haziran, hiç oturmadığım küçük balkonumu temizliğe kalkıştım. Süpürdüm, yıkadım, oturulabilecek hale getirdim. Belki gecenin bir saati uyku tutmazsa çıkarım. No Volvere çalması ironik.
Porselen bebek bana bakıyor.
Prunus persica şeftalinin binomial adıymış. Şeftali ağaçlarımız o kadar güzel meyve veriyor ki.

29 Haziran üzerine

''The first thing I met was a fly with a buzz [...]I've been through the desert on a horse with no name [...]In the desert you can't remember your name; 'cause there ain't no one to give you no pain [...]After nine days, I let the horse run free; 'cause the desert had turned to sea [...]''
''Sanat şubeleri içinde edebiyat, [...] zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zeka ve anlama kudretini o eserler nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet davamız için müessir bellemekteyiz.'' 23 Haziran 1941, Hasan Ali Yücel
müessir: etken, etkili demekmiş.
Melodi ve Müziksel Taklit ile İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne Deneme:
''Rousseau, kendi yazdıklarından anladığımıza göre bu metni birçok kez elden geçirmiş, yayınlamayı düşünmüş, ama hep vazgeçmiş. [...] İlkel insanın dili bugünkü gibi ayrışmadığından, bir nesneden söz ederken her sözcüğe bütün bir önermenin anlamını verir. [...] Elma derken elmayı yiyeceğim ya da elma güzel demektedir aynı zamanda. [...] tarihsel verilerden yola çıkarak zamanda geriye gitmek, bir ilk kökeni bulmak değildir Rousseau'nun yaptığı. Onun yerine, incelenecek nesneyi akıl yoluyla bütün ilineklerinden soymak ve onun doğasını ortaya çıkarmaktır.'' (Ömer Albayrak)
Bölüm I: ''Resim sanatını bulanın aşk olduğu söylenir. [...] Bir Frank birçok söz söylemek için çırpınıp dururken, bedenini hırpalarken bir Türk bir an nargilesini ağzından çıkarır, yarım ağızla iki sözcük söyler, ve onu bir vecize ile ezer geçer. [...] Konuşmadan önce sunulan nesne hayal gücünü sarsar, merakı uyandırır, zihni kararsızlık içinde ve söylenecek şeyin beklentisinde tutar. [...] Ama en güçlü dil, işaretin konuşmadan önce her şeyi söylediği dildir.'' (Rousseau)
Sözcükleri bu kadar seven biri olarak, aynı fikirde olup olmadığımı bilmiyorum.
''Don't bother me with trifles,'' he ordered him. ''Consult Divine Providence.'' (Marquez, One Hundred Years of Solitude)

Çarşamba

Bir kase şeftali

Okul boyarken bize karşı seradan salatalık ikram ettiklerinden beri, sanırım kimse bana meyve uzatırken gülümseyerek Yıkayarak yiyin ama dememişti. Bugün, Recep Aga önce benden bir kase istedi, sonra şeftalileri uzatırken gülümsedi ve Yıkayarak yiyin ama dedi. Ona neden Recep Amca değil de Recep Aga dediğimizi bilmiyorum. Ama o geldiğinden beri bahçede turuncu çiçeklerin yanında bolca fesleğen, biraz maydanoz ve az miktarda dereotu da yetişiyor. Belli ki yan komşunun şeftali ağacı da bu yıl çok meyve vermiş. Alev ağaçları ölmemiş. Kiraz ve dut mutlu. Şeftalileri alırken Recep Aga'ya gülümsedim. Hemen sonra ellerini sakladı. İster istemez ben de utandım.
O kase şeftali bende birkaç his uyandırdı. İlki nostaljiye benzeyen ama kesinlikle nostalji olmayan bir duygu. Bursa ve şeftaliyi bağdaştırdım, oysa hep Çeşme ile şeftaliyi bağdaştırmışımdır. İkincisi daha hüzünlü, ama onun da ne olduğunu bilmiyorum. Sanki o şeftalilerde kendimle ilgili bir şey bulabilirmişim gibi bir histi. Ama güzel değillerse diye korktuğum için daha yemedim.
Şeftalinin turuncusu kavuniçinden farklı. İki rüzgar birbirinden farklı. Suların hepsi farklı.
Döndüğümde o şeftalilerden birinin güzel olması gerekiyor. Yoksa bulutlu havaya katkıda bulunarak bugünü kötü yapacak.
Edit: İsmetiye köyünü sorduğumuz genç de şeftali topluyordu. İçten gözleri vardı. Kız olmama rağmen gözlerime baktı. Bence bu şeftaliler bana bir işaret. Ne olduğunu bilmiyorum. Öğretmenim bile bana yolların fatihi dedikten sonra aynaya asılan disko topumu götürmekten çekinmeyeceğim.
Yıllardan beri ilk kez bu evde yalnız olacağım: film yok, çikolatalı kurabiye yok, arkadaş yok.
Porselen yüzlü palyaço yeşil papyon takıp bana gülüyor. Hahaha diyebiliyor anca. Düzgün bir şeyler desene. Anlamsız gülmeyi ben de biliyorum. Düzgün bir şeyler desene.
27 derece ve rüzgarlı. Fırtına bekleniyor bu akşam.
Edit: Şeftalileri yemedim ve tobleronea kadar düştüm. Bugün 27 Haziran.

Salı

Kuşburnu

Bugün Kuşburnu'ndan bir mesaj aldım. Aslında hepimiz aldık.
Benim yaz ile bağdaştırdığım ve uzaktayken defalarca hissettiğim şeyler barındırıyordu.
Ben Kuşburnu'nu nasıl özlemem. O gülsün söz bir daha hiç ikiletmeyeceğim davetini.

Onu özleyince kendimi de özlüyorum ya neyse.
İnsan kendini özlermiş. Megolomanca değil ama.

Madagascar ise bir ada. Subtropikal.

Pazartesi

Çok stresten hep stresten

Ufak ölçekte rahme dönüş ve dehşet:
Mini-inziva burası, başvuru öncesi, iyi mi kötü mü bilmiyorum.
Güzel hava, güzel görüntü, şehir gürültüsü yok, kuş cıvıltıları var ve huzurlu.
Ufak ölçekte rahme dönüş.

Bu sırada 10'la giden trafik canavarı oldum. Çok garip.
Bu da dehşet kısmı.
Daha kendime gelmedim, geldiğimde güzel bir atlayan lama daha yazarım diyorum.
Bugün çoook güzel uyandım.
Altı gün sonra da bu kadar güzel uyanabilmek istiyorum.

Stresten göz kapamadığım için gözüm kurudu, komik.
Bugünün sorusu: Sebzeler renklerini neye göre seçiyorlar?

Cumartesi

Yosunmak

The seaweed is there.
Atrophy is there, too.
The seaweed takes the pomegrenate in its hand.
Atrophy takes it back.
The seaweed takes out a sketch of a Japanese woman.
Atrophy draws tears on the sketch.
The seaweed wraps around its tuna lunch.
Atrophy takes out the rotten salmon.
The seaweed has wizened fingertips.
Atrophy dances on them.
The seaweed is no longer there.
Atrophy has left, too.

Cuma

Yaz ve diğer yazılar

Yine yaz. Başladı bile. Başladığını anlayabilmek güzel, geçen yaz anlayamamıştım. Sen de anlayamamışsındır, finaller yağmurluydu.

Yaz deyince aklıma gelen ilk beş şey:
Kiraz
Uçak *ve gitmek*
Deniz
Güneş yanığı
Yazı yazmak, yazabilmek

Oysa en son iki bin dokuz yazında yazabildiğimi hatırlıyorum.
En son iki bin sekiz yazında güneşten yanmıştım.

Üzerimde en büyük etkisi olan ise uçak. Uçmak, özgür hissetmek, evde hissetmek. Bir gün ben de uçak uçurabilmek istiyorum. Gitmek ise çok alışman gereken bir duygu. Alışık olduğundan da çok. Bu fikre gittikçe ve fiziki olarak de gittikçe daha çok alışıyorsun sanırım. Üzüntüden öleceğini sanıyorsun önce. Ama ölmediğini gördükçe bir yerlere sakladığın heyecanın ortaya çıkıyor. Öyleymiş. Ya da öyle olduğunu umalım.
Şimdi güzel. Gelecek de güzel. Yaz daha güzel. Güneş yanığını hiç sevmediğim için en sevdiğim mevsimin kış olduğunu sanırdım. Ama benim de en sevdiğim mevsim yaz sanırım.

Perşembe

Anne ile

makarna-şarap ve şarap hakkında film zevki-
yapacakken dizi gerçeği bunu öldürdü.


---


nothing like a plate of pasta, a glass of blush and headphones with a sitcom on.

Çarşamba

Atlayan Lama

Emailimde important etiketi olanlara bakarken küçük ve gereksiz bir Neyin önemli olduğunu kim bilebilir ki? sorgulamasına girdim.
Kişilik sorgulaması kaçınılmaz bir şey mi? Ne de olsa her biri sorgulamakla kalmıyor, sorgulatıyor da. Kimin ne üzerinde ne kadar sorgulama hakkı var ki? Ancak kendini üst üste, defalarca, hiç durmadan sorgulayabilirsin. Ona da kimse dur demediği zaman senin dur demeyi öğrenmen gerekebilir. Öğrenirsin de der misin, der miyim, der mi?
Ah, yine akşam, yine akşam. Ay'ı kesip yıldız yapan sinek, yıldızdan yıldıza atlayan lama, yıldızdan dünyaya düşen kelebek olsam.
Bardakların ıslakken masada iz bırakması belki kimyasal olduğu kadar psikolojiktir de: Kendi iz bırakma isteğinin bir yansımasıysa ne olur?
Köprü kırmızıyken harita üzerindeki yoğun nüfuslu yeri hatırlatması bugüne özelse, bu küçücük armudu bir kez ısırıyorsam ve gazete elimi boyuyorsa bence bu üçünün kokusu pekala benzeyebilir. Ama aynı olmaz.
Ah, yine akşam, yine akşam. Suda yüzen naneyle yıkanırken lavaboya düşen nane arasındaki fark olsam.
İmza ne demek? Neden adı imza? Hazzopulo'nun adı nereden gelmiş?
Bir adada yaşamak nasıl olurdu? Küçük bir adada. Her istediğin meyve olmazdı mesela.
Kendi biberiyemi yetiştirmek istiyorum.

Bu benim

Sevgili arkadaşım ile rüya gibi bir gün geçirdik. Sıcaktan eridiğimiz ve çok yürümek zorunda kaldığımız bir rüya gibi. O kadar mutluyum ki.
Bu gün, uyanışlarla dolu bir gündü. Kahvaltının kalbimdeki yerine bir kez daha uyandığım, gelecekte çok para kazanmam gerektiğine uyandığım ve en önemlisi kaliteli arkadaşlıkların kaldığın yerden devam etme özelliğine sahip olduğuna uyandığım bir gündü.
İlk gezdiğimiz sergiyi anlamadım. Gerçekten anlamadım. Serginin ilk bölümü biraz sanatçılar dünyayı yönetsin mesajlıydı. İkinci bölümü ise sanırım psiko/sosyal/feminizm diye adlandırmaya çalıştığım feminizm ve ilgili bazı psikolojik olguların sosyal duruma etkisi gibi *ya da bana öyle gelen* bir çalışmalar topluluğuydu. İki farklı yerde karşımıza çıkan kuzu akciğeri beni gerçekten zorladı. Neden orada bir kuzu akciğeri vardı? Sonsuza kadar unutmayacağım yanıt arkadaşımdan geldi: ''Ciğerimize işlemiş.'' (Şimdi neden adını vermediğimi anladın.)
Gezdiğimiz ikinci sergi ise bana çok farklı duygular yaşattı. Kazak giymiş tuval ve kazak giymiş dev yumurta sayesinde dakikalarca kıkırdamak neymiş onu hatırladım. Resimde gördüğün eserin önüne geldiğimdeyse kafamda Ama bu benim diye haykıran küçük ben'ler belirdi.

Bu sergide içi boş giysi heykelciklerine bakıp anlamadığım için sorgularken unutmamakla kalmayıp her hatırladığımda güleceğim ikinci yanıtı duydum: ''Kafa bırakmamışlar adamda.''

Günümün her saniyesi dolu dolu ve uzun zamandır hayalini kurduğum gibi geçti. Çok kahkaha attık, insanlar baktı. Yürüdük, aynı yerden bir daha yürüdük, bir daha yürüdük, inadına gibi bir daha yürüdük ve karanlık yere girdiğimizde arkamızdan kapı kapandı.
Büyüleyiciydi.

Bir dahaki sefere GalataArt da bize kapılarını açar umarım.

Pazar

Bugün

O gün. Rüzgarlı, çok rüzgarlı ama sıcak. Akşam bulutlar 42% kapayacakmış gökyüzünü. Bugün bir pazar. Güzel bir gün olacak.
Simitleri yaktım. Fırına bir şey koyup unutmam genelde ama. Radyo Eksen'de Daydream-The Lovin' Spoonful çalıyor. 
Çok sevdiğim Abracadabra-Steve Miller Band'de dans ettik. Babalar Günü olduğu için çok güzel çalıyor. Denk geldi. Böyle sevdiğim tek tük şarkıları toplamalıyım.
Kapı açılınca o kadar çok esiyor ki uçtum. Yihuu!
Radyo dinleme alışkanlığı edinmeliyim. Şimdi ne dinlesem diye düşünmene gerek kalmıyor, ve bazı radyolar gerçekten tam istediğin ya da gereğini duyduğun müziği çalabiliyor. 

O nedenle benden edit bekle.

Meg Ryan-Tom Hanks filmlerinden You've Got Mail var televizyonda. Bugün benim için :)

Cumartesi

Güzel şeyler

O kadar heyecanlıyım ki, ne diyeceğimi bilmiyorum!

Salı

Mor Köprü Turuncu Yıldız

Antibiyotik Güncesi.5 hiç yayınlanmadı. O gün Şikago'dan beklediğim insan geldi, ne mutlu bana. Üstelik benden giysi bile çalmaya çalışmadı.
Sonraki iki gün üniversite başvuruları konusunda bildiklerimi tekrar tekrar tekrarlayan bir grup kadını dinledim. Gerçekten yorucuydu. Ama üniversite başvurularının düşündüğümden de yakın olduğunu anlamama yardımcı oldular. İlaç için çalan alarmı kapamak zorunda olmamak ilk günümün en önemli parçasıydı sanırım. Bir de üç kişi yemek yerken Bu araba size mi ait acaba? sorusunu duymak. Bu iki olay günüme damgasını vurdu. Bugün ise çok şirin bulduğum Elif Çağlar'ı, şımarık piyanistleri, tatlı olabilecek sanat yönetmeni/ fotoğrafçı/ müzisyen/ prodüktörleri görerek iki Lullaby of Birdland ve üç ya da daha fazla Autumn Leaves dinledim.
Gerekliymiş gibi üzerine çok düşündüğüm şeylerden biri renk uyumu ve bunun ne demek olduğuydu. Uyan renkler, uymayan renkler, renklerin hangi şartlarda uyacağı ve en önemlisi nasıl modada uymayan renklerin bir araya gelip inatla uyumluymuşçasına kullanılmaları.
Mesela açık pembe, kahverengi, turuncu, kırmızı ve yeşil hep beraber aynı ayakta çirkin duruyorlar. Ama kahverengi bir elbisenin üzerinde turuncu, açık pembe ve yeşil daireler olduğunda bunu kırmızı ayakkabılarla kullanmak modaya uygun olabiliyor. Açık pembe ve açık kırmızı uyumlu değilken koyu pembe ve koyu kırmızı aynı yerde kullanılabiliyor. Sarı, kahverengi, bej, haki, gri, lacivert hepsi nasıl bir arada giyilebiliyor?
Bence uyumsuz *bulduğum* renklerin bir arada kullanılmasında hiçbir sakınca yok. Üstelik kullanılmalılar da. Sadece uyumsuz ya da uyumlu sıfatları belki değişmeli.
Karşının ışıkları açık turuncu, köprü şu an açık mor. Zıt renkler oldukları için göze hitap etmeleri gerekiyor sanıyordum. Garip olan, uyumsuz olan köprü değil de ışıklarmış gibi duruyor.

Cumartesi

Antibiyotik Güncesi.4

Güneş gözlüğü tamam, şapka yok, güneş kremi yok, eyvah.
Akşam için kalın giysi de hazır.
Su da aldım yanıma.
Dün gece alarma uyandım ama sanırım ilaçlarımı almadım. Kötü hissetmiyordum uyandığımda ama atladıysam üzülürüm. Hap sayısına bakılırsa atlamışım. Bugün ise dışarıdaki dünyayla ilk sınavım var.
Sanırım haftalardan beri ilk kez dışarıda yemek yiyeceğim.
---
Güzel bir gün geçirdim. Gecesi daha da çok güzeldi. Güzel sesli kadın bize güzel şarkılar söyledi. May feyvırıt müzişın caz, rili its nat feyk. Bütün hafta beklememe değecek kadar eğlendim hatta.
Yarınsa Şikago'dan beklediğim bir paket geliyor!

Cuma

Antibiyotik Güncesi.3

Evde yaşayan bir böceğe dönüştüğüm için (Kafka göndermesi yapmıyorum) bugün ilk kez dışarı çıktığımda neyle karşılaştığımı anlamadım. Öncelikle dışarı giysisi giymem gerekiyordu. Sonra insanlar gayet normal gözüküyordu. Ben, birkaç yıl geçtiğini ve her şeyin değişik olacağını hayal etmiştim oysa ki. Eczanede bir kadın bana yaklaşıp yüzümü incelemeye ve güneş kremi markamı sormaya başladı. Sonra kaç yaşında olduğumu sordu, çok gençmişsin deyip arkasını döndü gitti. Voltaren almaya çalışırken hap olarak verdiler, ilk defa gördüm. Antibiyotiğimin devamını almaya gitmeme rağmen reçeteme ellemediler bile. Yani istesem sonsuza kadar aynı antibiyotiği almaya devam edebilirmişim. Sonra markette bulaşık deterjanı eskiden daha da büyük bir kutuda satılıyordu. Yanında bir şeyi bedava veriyorlarmış.
Ben de yarına hazırlık yapıyorum. Dışarı çıkacağım, oley. Mutluyum. Arkadaşlarımı özledim. Yihu.
Şimdi ise, sıcağa rağmen yiyeceğim son zorunlu çorbam. Akşam delicesine çorba içmeyeceğim. Eheh.
Hava da güzel, dışarı çıkılası tam. Yarın 28 derece gösteriyor.

Edit: Dünyanın en garip şeyi oldu sanırım. İlk defa bir Gucci ayakkabı denedim. Evet, topuklu. Ve hayır, patlıcan moru. Ve sevdim. Ben de inanamıyorum. Meğer markalar rahat ayakkabı üretiyorlarmış. Ben de moda olsun diye rahatlığa hiç önem vermiyorlar sanıyordum. Vay be. Öğrenmenin yaşı yokmuş gerçekten...

Edit-gece: Köprü şimdi kırmızı. Ay da koyu sarı, kocaman ve tam değil. Tamamen anlamsız olacağını düşündüğün filmlerin tatlı olduğunu görmek güzel.

Perşembe

Antibiyotik Güncesi.2

Aman tanrım, şekerli resim kağıdı ve gıda boyalı inkjet kartuşlar kullanılıyormuş pasta üzerine fotoğraf baskısında. Sanırım buna hazır olmalıydım, ama değildim. Ben küçükken ne yemişim öyle...
Bugün son finalime girdim. Çıktım. Bitti. Okul dolabımı boşalttım. Yine ağır şeyler taşıdım yukarı.
Telefonum çalıyor sandım, heyecanlandım: ilaç alarmıymış. Çılgın annem ve çılgın arkadaşları çılgın konserlerdeyken, madem öldürdün akbaba olmasın. Peki, klibinde çölde şemsiyesi var. Ve oyuncak akbaba.
Saçına aklar düşmüş şimdi, hani bir kez evlenmiştin, o kızın mıydı? Nasıl da benziyor sana. Yok işte Vahdettin, beni mahvettin. Daha fazla Nil alıntısı yapmayacağım. Nil çok güzel bir ad. Kısa. Lal gibi. Lal de çok güzel bir ad.
Ev iki harften oluşuyor.
Sonra renkler var mavi, mor, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil... Aynı rengin farklı tonları.
Köprü yeşil ve pencereden içeri uçan sesler.
Ben on gün içinde 18 oluyorum. Heyecanlıyım. Bankada iş yapabileceğim artık.
Cici.


Çarşamba

Ben de arkadaşlarımla oynamak istiyorum.

Refika'yıtakipediyorum



EVET

Mr. Simit 
2 kişilik
1 adet sokak simidi
2 yumurta
8-10 dilim kurutulmuş et
Tuz – karabiber
Roka
Hollandez sos için;
100 gr tereyağı
2 yumurta sarısı
½ çay kaşığı tuz
1 çorba kaşığı beyaz şarap sirkesi
İşe önce hollandez sosu yaparak başlayın, bunun için 100 gr tereyağını küçük bir sos tenceresine koyup 3-4 dakika kaynatın ve üzerinde biriken köpüğü alın. Çok fazla kaynatıp, yağın yanmaması için biraz dikkatli davranın.  Bu şekilde ‘’clarified butter’’ yani sütü alınmış sade tereyağ elde etmiş olacaksınız. Bir kenara alıp soğuması içi bekletin.
Çelik bir kase yada mayonez tenceresinde 2 yumurtanın sarısını koyun. ½ çay kaşığı tuz ve 1 çorba kaşığı beyaz şarap sirkesini ekleyip, çırpma teli ile çırpın. Hollandez sosun tam kıvamında olması için ısı gerektiğinden bu işlemi 2 şekilde yapabilirsiniz. Birincisi, benmari usulü; yani sıcak su dolu bir kasenin üzerine başka bir çelik kase yerleştirerek çırpma işlemini bu şekilde devam ettirmek. İkincisi ise çelik kasenizi ara ara altı kısık ocağın üzerine alarak kabın ısınmasını sağlamak.
Yumurta sarısı hafif kabarmaya başladığı zaman, yaklaşık 4-5 dakika sonra, hazırladığınız sütü alınmış tereyağını ince bir ip gibi yavaş yavaş döküp karışıma yedirin. Bu aşamada birisinin size yardım etmesi gerekebilir. Karışımı, mayonezden daha sulu ama daha sosumsu bir hal alana kadar çırpın ve daha sonra kullanmanız için bir kaseye alıp üzerini streç filmle kapatıp ılık bir yerde bekletin.
1 simidi ortadan enlemesine ikiye kesin ve kızartın. 8-10 parça kurutulmuş eti de bir tavada gevrekleşene kadar 1-2 dakika pişirin. Tavadan etleri aldıktan sonra poşe yumurta için 2 parmak kadar sıcak su koyun, İsterseniz 1 çorba kaşığı sirke ilave edebilirsiniz ama ben çılbıra benzer mantıkla eklemeden yapıyorum.. 2 yumurtayı  dikkatlice suyun içine kırın.  Bu şekilde 5-6 dakika yumurta beyazının opak bir hal alana kadar pişirin, yumurta sarısının üstü tam kaplanmadıysa pişerken kaşık yardımıyla sıcak suyu ara ara üzerine ekleyin.
Servis tabağına önce simidi, ortasındaki boşluğa kurutulmuş etleri son olarakta 2 poşe pişmiş yumurtayı koyun ve üzerine hazırladığınız hollandez sostan gezdirin. Rokalar ile süslüyorum çünkü bu sosu itibariyle ağır bir yemek o yüzden yeşillikler bu lezzeti rahatlatacak.

Mutlu Ekmek Arası
2 diş sarımsağı dövün ve 6 dal taze kekikle birlikte 2 parmak kalınlığında kestiğiniz 2 tavuk göğsüne ekleyin. Tavuk parçalarına 2 tatlı kaşığı sirke ve 4 çorba kaşığı zeytinyağı ilave edin ve en az 10 dakika olmak üzere, dinlendirebildiğiniz kadar dinlendirin. [Mayonezi için, 2 avuç fındığı, köz kokusunu artırmak için tavada kendi yağında kavurun. Kavrulunca mermer havanda fındıkları iri taneli parçalar halinde dövün. 1 tatlı kaşığı hardala, 1 yumurta sarısını ekleyin ve çırpın. Sonra içine damla damla zeytinyağını katarak çırpmaya devam edin. 200 -250 ml. Zeytinyağını bu şekilde yavaş yavaş yedirdikten sonra bıçakla kabaca doğradığınız 5 dal fesleğen ve 3 dal reyhanla karıştırın. 1 limonun suyunu ve ağız tadınıza göre tuz ve karabiberi son olarak da fndık parçalarını ekleyerek karıştırın. Mayoneziniz artık ekmeklere sürmek için hazır.] Marine olan tavukları kızartmak için tavayı kızdırın ve ısınınca tavukları tavaya koyup, 4-5 dakika boyunca çevirerek pişirin. Pişerken tahta spatulayı satır gibi kullanarak tavuğunuzu ince parçalara ayırın. Kendince bir kokoreç olacak. Yalnız tavuğu bu şekilde uzun süre kızartıp kurutmayın. 8 dilim köy ekmeğini kızartın [ve mayonez karışımını ekmeğinizin içine yayın]. Üzerine biraz marul ekleyin, tavukları koyup dilimleri kapatın. Nefis ekmek aranız hazır.
4 Kişilik
2 adet tavuk göğsü
2 diş sarımsak
6 dal taze kekik
4 çorba kaşığı zeytinyağı
2 tatlı kaşığı sirke
8 dilim köy ekmeği
Marul yaprakları



Şişte Brownie
110 gr. tereyağını birkaç parçaya bölerek benmari usulü eritin. Eriyince üzerine 250 gr. parçalanmış sütlü çikolata ekleyerek karıştırın. 2 yumurta ve 2 yumurtanın sarısını bir kaseye alarak, 40 gr. toz  ve 30 gr. esmer şeker ile birlikte 1 dakika çırpın. Sonra üzerine 10’ar  gr. un ve kakao ilave ederek karıştırın. Eriyen ve ılıyan çikolata karışımını yumurta karışımına ekleyin. Sonra kalıplara rahat boşaltmak için sürahi ağızlı bir kaba boşaltın. Brownie için kullanacağınız kalıpları bir parça tereyağı ile sıvayın ve bir miktar un serpiştirin. Brownie karışımını kapların ¾ ‘üne doldurun. 200 derecelik fırında yaklaşık 10 dakikada şişip kabaracaklar. Çıkarıp soğumaları için bir kenarda bekletin. Artık soğuyan brownieleri, hem göze hem mideye hitap etmeleri için çilek, nane yaprağı ve aklınıza gelen her türlü tatlılıkla şişe dizebilirsiniz.
8-10 Kişilik
250 gr. sütlü çikolata
110 gr. tereyağı
40 gr. toz şeker
30 gr. esmer şeker
10 gr. kakao
2 adet yumurta
2 adet yumurta sarısı
10 gr. un
Çilek
Krema
Nane yaprağı


http://www.refikaninmutfagi.com/category/mucize-lezzetler-2/




Antibiyotik Güncesi.1

Antibiyotik: deliberate delirium
Bütün gün uyumak: secret growth spurt

Hastayken şımarmak var, bir de giyinik olmadan anne arkadaşının önünde dolanmak var. Litrelerce sıvı tüketimi, günde altı hap, altı fıs, bir gargara, on beş saat uyku.
Parti zamanı olmalıydı.
O yüzden kafamın içinde parti var. Enginar mesela. Engi-nar. Tavuk suyuna şehriye. Şehir-ye. Pilav. Pil-av.
Ben de çıkıp oynamak istiyorum. Take me out to the ball game söyledim kendi kendime, sonra yıllardır sigara içiyormuşçasına öksürüğe boğuldum. Acaba yetmiş yaşında öksürürken ne düşünüyorlar insanlar?
Bence ben uyudukça uzuyorum. Yatağın ucuna değebilirim gibi geliyor.
Oyuncaklar da benimle uyuyor. Ya, bütün yıl oyuncaklarla uyumamış olabilirim ama hasta olunca nasıl da eğleniyoruz beraber. Ateşim an itibariyle 37.2 . Eskiden ateş koltukaltından ölçülürdü, ben dereceleri okuyamazdım. O dereceyi oynatmamak gerekirdi. İlk koyunca derece soğuk gelirdi. Çok tutarsan çok ısınırdı.
Şimdi öyle değil ama. Kulaktan iki buçuk saniyede, dil altından bir nokta yetmiş beş saniyede ölçüyor. Yani bana öyle geliyor. Teknoloji, kolaylaştırıyor. Bu derece pilliymiş, ben de nedense şarj etmek gerektiğini düşünüyordum.
Serum ünitesi almak istiyorum. Çok iyi hissettiriyor. Dün ilk defa hastaneden tekerlekli sandalyede çıktım. Garip bir histi. Hep yürüyebilen insanları neden tekerlekli sandalyede çıkarırlar merak ederdim. Düşüp bayılıp kafalarını çarpmasınlar diyeymiş. Triaj öncelik belirlemeymiş onu öğrendim. Serum da hiç morluk yapmadı. Serum nasıl hazırlanıyor? Doktorlar hemşireler o giydikleri içinde uyumak istemezler mi?
Fotoğrafı pastanın üzerine nasıl aynen koyuyorlar da yiyebiliyoruz?
İnsanlar doktor olmak istediklerini, ve ne doktoru olmak istediklerini nasıl biliyorlar?
Kuşburnu'nun dizayn ettiği FAF tişörtünü giyiyorum. Yaşasın tişörtler!
Patateskafa'yı bulan kişi fikri nereden bulmuş? Ayakları olan patates çok komik bir şey çünkü. Şimdiki patatesler sertmiş, bizimki yastık gibi bir şeydi, üstüne diş, dudak, göz, gözlük, kulak ve burun yapıştırıyorduk. Ne güzeldi.
Bunu daktiloda yazarcasına yavaş yazdım. Heh. Yarın son bir finalim var. Eye of the Tiger dinleyerek gideceğim :)
Annem bana Açıldı gözün, aferin kızıma dedi. Çalıştım da başardım gibi, eheh.

Pazartesi

Final demek, hastalık demek.

Bütün yıl hasta olmadığıma inanarak gezdim. Finaller geldi diye hasta oldum yine. Üstelik sanırım biraz ciddi bile.
Ama bu haksızlık. Tatile girecektim. Dışarı çıkacaktım. Eğlenecektim. Her şey bitmiş olacaktı üç güne.
Sadece finaller olduğu için hasta oldum yine.
Hasta olmayı hiç mi hiç özlememişim. Boğazımın şiddetle ağrımasını. Hapşurmayı. Yutkunamamayı.
Sırf finallerde acı çekeyim diye yani. Tek istisna geçen dönem finalleriydi. Ben de sevinmiştim belki o rutin kırılmıştır diye.
Neyse, bu biraz yardımcı oldu: http://textfromdog.tumblr.com/
Şimdi tarih çalışmalıyım. Matematik için hafızama güveneceğim. :(
Oysa yapmak istediğim saçmagüzel bir şey bile bulmuştum.
Önümde bir leğen kiraz var. Hepsini yersem midem bulanır herhalde, değil mi?

Kendime not: Senin zamanında boğaz ağrıması, nezle, grip gibi hastalıklar kalmamış olacak değil mi? Ya da olsa bile mesela yüz yirmi dakika içinde geçirecek bir şey bulmuş olacaklar yani. Umarım. Çekilecek nane değil çünkü. Bu sıcakta çorba da içmek istemiyorum. 27derece hava+ıhlamur+sedergine=sıcak

Edit: Şimdi büyü diye adlandırmayı sevdiğim anne ilaçlarından birini hazırlıyorum. Kış olsaydı içinde nar da olurdu, ancak şu an sadece ıhlamur, karanfil, zencefil, tarçın, elmakabuğu, limon, bal, midemi mahvetmesin diye de biberiye var. Aslında karabiber de eklemeliyim ama pastillerim yeteri kadar yakıyor beni.
Bence kesin ateşim çıkmaz.
Edit2: Büyü içme işlemindeyken çok acı çektiriyor da (sıcaksa ve terliyorsan yani) sonra çok iyi hissettiriyor. İçtiğim şeyin rengi tam bir altın sarısı. Belki psikolojiktir.
Edit3: Şimdi geriye bakıyorum da, Calculus AB eğlenceliymiş, bütün o dokuzuncu sınıf matematiğine değmiş yani. Yaşasın yeni bakış açıları. Ama fizik finaline çalışmak için haftalaaar haftalarım olsaymış keşke.
Edit4: Dünyada kimse bel ağrısı ya da kulak ağrısı çekmesin.
Edit5: Tarih; -34 sayfa

Edit-sabah: Acaba hasta olmamıza neden olan şeylerin (bu noktada bakteri de olabilir virüs de) acaba hayatta kalmak ve üremek dışında bir amaçları yok mudur? Belki de anlayamadığımız bir şekilde düşünebiliyorlardır ve dünyayı ele geçirmek için insanları öldürmeye çalışıyorlardır. Bunu hiç düşündük mü acaba?

Pazar

İnsan, kuş misali. Bir tek onun kadar özgür değil.

The lady doth protest too much, methinks. Ben de bunu hep Methinks the lady doth protest too much. olduğunu sanırdım. Hamlet'in annesinin Aman canım eni sonu kocası öldü, abartıyor. dediği sahne. İşte senin dediğin de tam olarak bu. Bu bir her şeyde haklı çıkan kadın meselesi değil, bu bir hakkın elden gitmesi meselesi. Bil. Emine, Hayrünnisa tecavüze uğrasa çocuğu doğurtur muydun?

Kızdım. Yarın fizik ve Türkçe finallerim var. Sonraki gün de matematik ve tarih. Yarın akşamdan çok korkuyorum, çünkü çözülmemiş matematik soruları ve okunmamış tarih sayfaları gözümde büyüyor.

Tavsiye.1

Burada sana verip uygulayamadığım tavsiye muhabbeti yapacağım.
Annenin dinlenmesi gereken bir yer de bakımmış meğer. Ben, hiç bakım yapmadan gayet güzel ayaklara sahip olabileceğimi düşünüyordum. Annemse hep ayaklarıma krem sürmemi söylerdi. Şimdi gerekiyor-muş.
Çok basitmiş yahu,  keşke annemi dinleseymişim.
Bir de saçlara arada özen gösterilmeliymiş.
Bu kadar. Tavsiyem ayaklarına kötü davranma ve ne kadar rahat olursa olsun her gün aynı ayakkabıyı giyme.
Ayak bakım ürünlerimizi takip edin! Şa-kaaa :)

Cumartesi

Sevgili Kuşburnu,

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3LeOw4dX1Jf6GN8vpPHNsyjO8ZmxmEFKjHES4rioVoE3s2OUQVR5hfG1H7HhBEV1lY405IgcunP4WAXhjVhZNSroP1tCRG76JkXaENFqLhLbjJjzUm2PTPvvbv215KszPCueeyRGLJyjt/s640/24908406.jpg
ortadaki elbiseyi al,
kemer gibi şeyi çıkar,
transparan siyah yap,
içine içlik elbise giy,
eteğine baklava desenli bir sıra ağır siyah boncuk dik,
yakasını takip eden ve birleştiği yerden aşağı düz inen bir sıra ağır siyah boncuk daha dik,
işte sana giydiğim elbise.

Haşim Demiştik

''Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak

Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Eğilmiş arza kanar muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta''

                                                Ahmet Haşim

Bir de bize sembolist mi empresyonist mi soruyorlar.
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer buradaki en sevdiğim dize.

İki Haziran İki Bin On İki

Bugün annemin topuklu ayakkabılarını giyerek dolaştım evde. Hatta birkaçıyla yürüyebildim bile. Hatta birkaçını istedim bile.
Bir de yaklaşık 80 yıl önce Paris'ten alınmış bir elbise giydim. Eşya saklayan aile üyelerime teşekkür ederim.


Kürtaj Haktır.

Doğursun devlet bakar. nasıl dersin?
Doğabilir, yetimhaneye konabilir, sadece nefes alıyor olabilir, kendisine bakmayan anne babasına nefret besleyebilir, acısını hafifletmek için uyuşturucuya başlayabilir, hayatta kalmak için başkalarına zarar verebilir, kendini satabilir, insan satabilir, hayatta kalmasının bir nedeni olmadığı için kendini öldürebilir, hayatı boyunca sadece ölümü bekleyebilir.
Doğabilir, kendisine bakamayan annesiyle acı çekebilir, annesi kendini satabilir, kendi kendini satabilir, beraber kendilerini satabilirler, acılarını hafifletmek için uyuşturucuya başlayabilirler, insan satabilirler, hayatta kalmasının bir nedeni olmadığı için kendini öldüren annesine hayat boyu nefret besleyebilir, hayatta kalmasının bir neden olmadığı için çocuğu ölen annenin hayatı bir kez daha yıkılabilir, çocuğu hayatını mahvetti diye anne acı içinde yaşayabilir, ikisi de hayatları boyunca ölümü bekleyebilir.
Doğabilir, beraberinde sefillik ve yalnızlık dışında hiçbir şey getirmeyebilir.
Doğabilir, hayatın sunacağı her şeyden yoksun kalabilir.
Doğabilir, kendine bakamayacak insanların elinde tekrar tekrar ölüp öldürebilir.
Doğabilir, her gün doğmamış olmayı dileyebilir.
Doğabilir, istenmediğini hissedebilir.
Kürtaj haktır. Kürtaj, kadının kararıdır.

http://benimkararim.org/
http://saynoabortionban.com/












Cuma

''İyi geceler prenses''

Çizgi film kanallarındaki prenses reklamlarını görünce aklıma geldi. Prenses gibi hissettiren bazı şeyler var. Mesela toz pembe elbise ve beyaz rugan ayakkabılar. Babanın kucağında dans etmek. Kucakta uyuyakalmak ve taşınmak. Gibi.
Televizyondaki prenses reklamlarına bakıyorum da, her şey parlıyor ve bütün küçük kızların saçları bellerine kadar uzun. Ve yapılı. Öncelikle saçları yapılırken kim bilir ne kadar zarar görüyordur. Daha önemlisi, parlak elbisesi olmayan ya da saçları kısa olan kızların prenses olamayacağı gösteriliyor. Oysa ki Pamuk Prenses'in saçı kısaydı. Ve Belle ne saçını yapmak için çok uğraşıyordu ne de (içinde prensle dans ettiği sarı elbise dışında) parıltılı prenses elbiseleriyle dolaşıyordu. Burada Disney'in yarattığı prenseslerin ya da verdiği mesajların doğru olduğunu söylemiyorum, çünkü değiller.
Ben sadece prenses gibi hissetmenin bir gereksinim olduğunu, ya da öyle sandığımı söylüyorum. Çünkü prenses mitinin yansıtılması görkemli yaşam, bitmeyen kaynaklar, sürekli hizmet görmek ve işsizlikten çok prenses olana kadarki süreyi gösteriyor. Jasmine, Aurora ve Ariel zaten prensesti, ama Pamuk Prenses yedi cücenin arkasını topluyordu, Cinderella yerleri temizliyordu ve Belle aklını kullanmaya çabalıyordu. Son üç prensesin gerçek aşkı bulması asıl büyüleyici olan. Nasıl oluyorsa (Beauty and the Beast'teki komplikasyonlar dışında) prensler şımarık ve kapitalistten çok iyi kalpli, centilmen, akla ve iç güzelliğe önem veren insanlar oluyor. Zaten bu noktada prensesler, her şeye sahip olmuş oluyorlar. Bu nedenle prenses gibi hissetmek önemli.
Hayır hayır, çelişmiyorum. Toz pembe elbise ve beyaz rugan ayakkabılar dışında saydıklarım, etrafındaki erkeklerin (öncelikle babanın, ama sonra başka erkeklerin de olabilir) sana yaklaşımı açısından prenses gibi hissettirmeye yönelik. Toz pembe elbise sadece pastanın içindeki frambuazın çiğnediğin zaman çıkardığı ses. Sadece arada lazım diyorum. Olmayınca ölmüyorsun ama olunca bir kere fazladan gülümsüyorsun gibi.

Oasis Pensive

Yine çok fazla şeyin kararını aldığım, farkına vardığım, acısını duyduğum, rahatlığını yaşadığım bir günler topluluğuydu. Bugün eve döndüm. Uzun zamandan beri ilk kez ev fiziksel olarak küçülmüş gibi geldi. Yani ben büyümüşüm. Ev, ev gibi hissettirdi. Evi ev yapan, rahatlık ve alışılmışlığın yanında başka bir duygu da. Anlatamadığım bir duygu. Sadece geldiğimde, evde olduğumu biliyordum.
Geleceğim konusunda karar almış gibi davranıyorum. Belki de almışımdır, farkında değilimdir. Korku, heyecan, üzüntü ve rahatlama karışık bir duygu seli içindeyim. Bugün resmi olmayarak okulun son günüydü, ama kesinlikle bir son gün havası yoktu. Reklam arası gibiydi. Çirkindi, kısaydı, çok uzundu. Bu reklam arası, iletişimlerimle korkunç bir paralellik gösterdiği için bir kez daha üzüldüm. İletişimlerimdeki reklam arası anlamadığım boyutlara ulaşıyor ya da ben o boyutlara ulaştırıyorum. Artık, üç gün önce korktuğum kadar korkmuyorum ama bunu bilerek yapıyorum. İstemsiz bir korkmama, umrunda olmamayla aynı şey olurdu.
Eve geldim. Kafamdakileri, sanki büyük değilmişçesine anlattım. Ne rahatladım, ne rahatsızlaştım. Derin sessizlik ve şehrin çok uzaktan titreyen ışıkları, bomba gibi bir ay bana huzur verdi. Huzur böyle bir şey olmalı. Hiçbir garantiye, kesinliğe ulaşmadım ama olması gerekenlerin olduğunu hissettim.
Eğer batı kıyısında okursam ne kadar yalnız olacağımı düşündüm. Aslında insanlar daha isteyerek ziyarete gelir, ama çok nadir olur gibi geldi. Sonra çok sevdiğim bir öğretmenimin kocasının ailesinin burada oturduğunu öğrendim. Sevindim. Ancak matematik sorularını yapamamak sinirimi bozdu.
O kadar çok şey kafamdan geçti ki bugün. Vapurda yanımda oturan iki anne hiç susmadan çocuklarının okulları konusunda konuştular. Hiç susmadan ama. Kitap okumaya çalışıyordum, kulaklık taktım ama müzik açmadım ve hala kafamın içinde konuşuyormuşçasına duyuluyorlardı.
On The Road'u okurken, Yabancı'yı okurkenkine benzer bir şekilde hayatın anlamı üzerine düşündüm. Bir yere varmayan, korkak ve acı bir düşünce dizisiydi. Gerçekten de eğer mutlu olmak ayıp ise geriye kalan tek şey bebeklerin ellerinin ne kadar küçük olduğunu düşünmek. Evet, bu.
Eğlenmek için doğru zamanı bekliyorum. Bu cümlede yanlış olan üç şey var.
Son olarak, kiraz mevsimimi açtım. Bunu yaptığım yerin ev olması güzel bir duygu. On yedi kadar gün sonra, beni -burada ya da orada- kulağımda kirazlarla görebilirsin.