Çarşamba

Sepette meyve getirmişler,

içinden yılan çıkmış.
Ne kadar basit değil mi? Oysa bu öyküyü dinlediğimde, küçükken o sepetteki meyvelerin tazeliğini ve sululuğunu, yılanın dilinin kırmızılığını, ölen kadının romantiklerden de romantik, sessiz ve yumuşak ölümünü anbean (Böyle bir söylem gerçekte var mı? Varsa, nasıl yazılıyor?) hayal ederdim. Kadının uzun kahve saçları vardı. Oryantalist (specifically referring to a general patronizing Western attitude towards Middle Eastern, Asian and North African societies) bir yaklaşımım olduğundan, açık yeşil bir şalvar giyerdi. Gözleri koyu kahveydi ama yakından bakınca aslında içinde bal rengi de olduğu gözükürdü. Burnu kavisli kaydırak gibi, dudakları vişneden de kırmızıydı. Küçük bir Derya'nın tüm cahilliğiyle hayal ettiği bu kadın ne de kolay ölmüş. Onu kapatması ne kolaymış. Yılan sokmadan önce güzel meyve yiyebilmiş midir acaba?

Bir de biraz önce çenem titreyince aklıma geldi: Bazı şarkılar çok 'empowering', onları bağıra bağıra söyleyince daha iyi hissediyor insan. Şiir incelemek yerine internetten mendil bakıyorum ama turuncu ya da mor olup da indirimde olan yok gibi gözüküyor. Ama her neyse, bu yaptığım zaten kendime güçlülüğümü, or rather 'güçlülüğümü' kanıtlamaktan ibaret, o yüzden şimdi her şey iyi. Köprü de turkuaz olunca ne yapılır biliyorsun. Şimdi onu yapmaya gidiyorum.
-Vazgeçtim, "bu kadar melodrama yeter ben iş yapayım" diyerek bunu da sildim listeden.

Bir de, aniden fotoğraf çekmeyi bırakmış gibi hissediyorum. Niye böyle hissediyorum bilmiyorum. Aniden fotoğraf çekmeyi bırakmış gibi diye bir his var mı ki? Ama aynen böyle hissediyorum.

Çok ihtiyacın olan bir şey aynı zamanda çok tehlikelidir ya bazen. Aslında House'u bitirdiğim gece Wilson'ın tümörü küçültmek için radyasyon ve kemoterapiyi aynı anda vermesi gibi. Neyse, topun geri sekmesi de böyle bir şey.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder