Çarşamba

Blob

Annenin karşı tarafa hak vermesi çok üzücü ama bunun bir teselli yolu olması da insanı rahatlatıyor.

Soğan keserken düşünüyordum da, yani gözlerim yaşardığı için düşünmeye başladım ki, Nükhet Duru Melankoli şarkısında doğru saptamalar yapmış. Gerçekten de dünyadan uzak bir deli o hal. Ama kötü anlamda değil. Yani bazen kötü anlamda değil.

Tam burada iki komik alıntı paylaşmak istiyorum.
"A computer chattered to itself in alarm just as it noticed an airlock open and close itself for no appearant reason. This was because reason was in fact out to lunch." -Douglas Adams, The Hitchhiker's Guide to the Galaxy
"He believed in a door. He must find that door. The door was the way to... to... The Door was The Way. Good. Capital letters were always the best way of dealing with things you didn't have a good answer to." -Douglas Adams, Dirk Gently's Holistic Detective Agency

Eheh.
Deli dediğin, bugün kağıda konan bir kelepçe ne de olsa.


Pa/te/tik/Pa/ta/tes

Patetik patatesler yuvarlandı
Tabağımdan
Sonra nereye haşladım
Nereye haşladım
Çatalı çıplak

Şaka.

İki haftalık Mehmet
Bu arada kuzenimin çocuğu oldu. Artık ailede 14 Mayıs doğumlu bir Mehmet var. Bir-iki karış boyutunda. Şaşkın. Hoşgeldin! Dokuz aydır seni bekliyorlardı. Ya da belki küçüklüklerinden beri.


Bir gün elinde sana tepki veren, kollarını bacaklarını oynatan ve ses çıkaran bir şey olabileceğini düşünmek harika değil mi? Önünde koocaman bir hayat olan. Senden ayrılıp bir birey olacak olan bir şey. Söyledikleri ve yaptıkları seni şaşırtacak, sana kafa tutacak bir şey. Ama en sonunda 55 cm'lik bir şey olarak başlayacak. Şirin.

Edit: Resmin altındaki yazı Hoşgeldin Ramazan yazısı gibi durmuş :)

Salı

: )

Sana burada gülümseme muhabbeti yapacağım. Yolda yürürken birden kahkahalara boğulmak harika bir duygu. Olan komik bir şeyi düşünürken yeniden o anı yaşıyormuşçasına gülmek. Bir de etrafındakiler ne olduğunu sorduğunda tam olarak açıklayamamak, daha doğrusu açıkladığında aslında o kadar komik duyulmaması.
Başka bir şekli ortada bir şey yokken kendi kendine gülümsemek. Bir çocuk görüp Benim çocuğum da bu kadar tatlı olursa ben nasıl ondan ayrı saniyeler geçirebilirim? diye düşünmek gibi değil. Farkında olmadan gülümsemek. Olan bir şeyi düşünürken, etrafındakilerin de sana gülümsediğini gördüğün zaman gülümsediğini fark etmek. Sanırım bundaki fazladan güzellik, gülümsediğinde aldığın tepkinin de gülümseme olması. Bir bebeğe uzun süre gülümseyerek bakabilirsin ama daha gülümseyemeyecek kadar küçükse bu seni yorabilir. Bir bebeğe gülümseyerek baktığında o da geri gülümsüyorsa o zaman sonsuza kadar gülümseyerek bakabilirsin ona. Ya da belki bezini değiştirmen gerekene kadar.
Bugün, ödev olarak çektiğimiz kısa bir sahneyi düşünürken gülümsediğimi fark ettim. Karşıdan gelen yaya da bana bakarak gülümsüyordu. Etkileşim güzel bir şey.
Etkileşim aynı zamanda özde olan bir şey sanırım: bir bebek, bir hayvanı oyuncağa tercih eder çünkü hayvan tepki verir. İlk defa köpek sevdiğindeki o harika heyecanı hatırlamaz mısın? Dokunduğun için kafasını oynattığında. Etkileşim güzel bir şey ve bu nedenle etkileşimsiz kalmaya dayanamadığımı anlıyorum. Sanırım bunu yazarken de sekiz yüz beş kere gülümsedim kendi kendime.

Bebek maymunlarla

yapılan bir deneyde, maymunlar annelerinden alınmış. Yanlarına bir yumuşak bir de sert oyuncak maymun verilmiş. Sert oyuncağın kucağından yemek alıyorlarmış. Ama korktuklarında yine de yumuşak oyuncağa sarılıyorlarmış. Bu da yumuşaklığın güveni kolaylaştırdığının göstergesiymiş.
http://ourfauna.files.wordpress.com/
2010/02/baby-monkey.jpg
http://www.itstrulyrandom.com/wp-content/uploads/
2008/05/cheekymonkeypa_468x333.jpg

Ben de böyle
hissediyorum.
Bence bu yüzden kızlara sarılmak daha rahat, daha güven verici. En azından ben bu yüzden korktuğum zamanlarda kızlara sarılmayı tercih ediyorum.
Aslında sizden büyük olan ve size zarar vermeyen eril insanlar da size güven duygusu verebilir. Üstelik onlara sarıldığınızda, bağırlarında daha az aktivite olduğu için kalp atışları daha net duyulur. Biz küçükken babamızın kucağında uyuyakalırmışız. Ama kalp atışlarının hızı önemlidir. O da hep belli olmaz. Bu yüzden yumuşak bir insana sarılmak, büyük bir insana sarılmaktan daha güzel benim için.
Tabi sarılmayı çok özleyince yumuşaklığın bir önemi kalmıyor. Sarılmak ve gözlerini kapamak.

Pazartesi

Atom

Sana burada atom muhabbeti yapacağım.Atomların kendi duyguları var. Ve bir yerde olmak istemedikleri zaman tüm benliğinin oradan kaçmak istemesini algılayabilirsin. Onların istediği yöne gittiğin zaman rahatlarsın. Onlar istemiyorsa ama sen kalıyorsan sadece ümitsizce etrafına bakıp orada olmama yöntemlerini düşündüğünü görürsün. Ama orada olmamanın tek yolu gitmektir. Atomların sana nerede daha güvende hissettiğini anlatabilirler. Yataktaysan ve uyumuyorsan yastığının üzerindeki baş parmağını yakından inceleyebilirsin. Baş parmağın da nefeslerin gibi sarsılıyorsa orada olmak istemiyor olabilirsin. Baş parmağını yakından incelemeye devam edersen atomların kabuk bağlar. Kabuk bağlamadan önce kurudukları yerde boşluk bırakırlar. Böylece konuştuğun zaman sesin daha kısık çıkar. Çünkü çıkana kadar içeride yankılanarak güç kaybeder. Atomların kendi duyguları var.

Liste.3

www.bewareofdarkness.net
İçimden gelmeyenler:

  1. Konuşmak
  2. Susmak
  3. Gülmek
  4. İzlemek
  5. Okumak
  6. Yapmak
  7. Etmek
  8. Yazmak
  9. Çizmek
  10. Çalmak
  11. Oynamak
  12. Dinlemek
  13. Dinlememek
  14. Çıkmak
  15. Kalmak
  16. İnsan görmek
  17. Yalnız kalmak
  18. Yemek
  19. İçmek
  20. Yürümek
  21. Oturmak
Cuma-Cumartesi-Pazar-Pazartesi

Anne

min bir bakışta kötü olduğumu, üstelik kötü olmamın nedenlerini anlaması, kötü olmamın göstergelerini tek tek sayması ve nedenlerini nasıl bildiğini açıklayabilmesi beni bazen kızdırıyor bazen üzüyor. Psişik güçleri mi var yoksa?

Liste.2

Duvarlar çok ses geçirgen olduğu için duyduklarım:

  1. Bu çöp kutusu çok küçük demiştim. Her gün boşaltmam gerekiyor.
  2. O çocuğa ne kadardır ders veriyorsun? Bir acayip yani.
  3. Hayır bunu seyrediyorum ya!
  4. Eye of the Tiger
  5. 5 haberleri
  6. Bugün markette yine o çikolatadan yoktu.
  7. Kuru temizlemeni aldın mı? Hep ben mi hatırlatıcam unutma artık.
  8. Hahahahahahayyy
  9. Gece kulübü ritmleri
Bir de kapının önünde beni görünce uzuuun uzuuun gözlerime bakıp Merhaba canım, sen iyi misin? Bir şeye ihtiyacın var mı? Çaya gel derdim ama misafirlerim var. İyi bak kendine tamam mı? Bir şey olursa söyle lütfen. dedi. Utandım.

başlıksız


DuştaykenyüzünsuyunaltındadeğilseeğerSudamlalarıylagözyaşlarınıayırtedebilirsinÇünkübazıgözyaşlarıdenilengibiSıcakvetuzludeğilDüpedüzacıdırDuştaykenağlıyorsaneğerRuhundabedeninkadartemizlenmekistiyordemektir

Pazar

Biz küçükken

İngiltere'de annemin bir arkadaşı üç küçük çocuk arabadayken kaza yapacağını sandığında şöyle demişti:
Shit shit shit shit shit shit shit shit shit shit
Bu kadar anlamlı bir grup sözcük olabileceğini hiç hayal edemezdim.

Tarhana Çıkışlı Bilinç Akışı

Yapmaya çalıştım. Tarhanadan çok tarhanalı domates çorbasına benzedi.
Yaparken düşünmeden edemedim: kızlarım nerede? Onlarla olmam gerekirken yalnız başıma neden kendimi mutfağa kapıyorum? Neden onlarla gitmedim? Aslında bu soruların yanıtları basit. Ama etrafındakilerden beslenen bir yaratık gibiyim. Bir anda herkes uzakta ve meşgul olunca ne yapacağımı şaşırıyorum. Yemek yapıyorum, yemek istemiyorum. İş yapıyorum, bitince yeniden boşlukta kalıyorum. Kitap okuyorum, okuduğum şeyler beni şaşırtmıyor. Erken uyuduğum için erken kalkıyorum, saatler geçmiyor.
Yazmak için oturuyorum, ya içimden gelmiyor ya da yazamayacak kadar dolu oluyorum. Telefonda ağlamaktan nefret ettiğim için arayabildiklerimi aramıyorum.

Dün Çeşme'de bir düğün vardı. Şimdi orada incir reçelli taze gevrekli kahvaltı ediyorlardır. Ne güzel balık pişiriyorlardır. Denize girilecek kadar sıcak değil ama belki limonata içiyorlardır. Sonra yeni yoldan Bursa'ya üç buçuk saatte varırlar. Bana sarılsalar.
Dün Şikago'da finallerin yaklaştığı bir gün yaşandı. Arkadaşları gittiler, o da yalnız kaldı. Bir konuşmaya kızdı, bir haber paylaştı ve genel olarak amaçlı bir gün geçirdi. Özledim.
Dün Tenessee'de yarışma devam ediyordu. Havlulara taktıkları pinleri değiştirdiler. Yemek yediler, kart oynadılar, güldüler. Ben de onların güleceği çok şey dedim ama güldürmedi. Kesin hiçbiri bavul düzenlemeye başlamamıştır.
Dün bir konser de vardı. İnsanlar dans etti. Görmedikleri insanlara sarıldılar. İzlerken gülüştüler.
Dün bir arkadaşıma stüdyodan sonra bana gelsene diye mesaj attım, stüdyodan akşam 9da çıktığı için gelmedi. Hamlet'in To be, or not to be'sinin yazısını yazdım. Sonra Camus'nün Yabancı'sını bitirdim. Piyano çaldım. Aptal bir Disney filmi bile izledim. Yemek yaptım, yedim. Kek yapmaya çalıştım, başarısız oldum. Bir şeyler okudum. Kalan fizik ödevlerimi bitirdim. Düşündüm. On buçukta uyumuştum.

Cumartesi

Hey,

youtube'a girip Cemre Necefbaş yazsana.

beforeitstimeto.blogspot.com

PAYPDRIIIIIIIIMZZZZ

Konusuz Bilinç Akışı

Avucuma çizgiler eklenmiş. Parmaklarımda, eskiden orada olmayan derin yatay çizgiler var. Avucumdaki damarlar daha mor, elimin üstündekilerse yeşil.
Çizgiler sözcüğü bana yıllar önce Penguen'de okuduğum dudaklarla ilgili bir yazıyı hatırlatıyor. Yazıda, dudaklarda çizgilerin her öpücükle arttığı yazıyordu. Bazıları minik, bazılarıysa derin ve uzun. Aynada görebileceğin gibi.
Bez reklamına çıkan bebekler ileride bu reklamlara bakıp ne düşünüyorlardır? Güzel bebekler oldukları için seviniyorlar mıdır yoksa bebek güzelliklerinin satışta kullanılmasını sevmiyorlar mıdır? Şimdi kendilerini televizyonda görünce el çırpıyorlar mıdır yoksa anneleri megoloman olmasınlar diye onlara reklamı göstermiyor mudur mesela?
Acaba bir gece bir odada sadece bir mumla oturduktan sonra insanlar kendileriyle yaşayabilir mi? Kıskançlık gerçekten bu kadar utanılası bir duygu mu? Önceden kendine söz verdiğin prensipleri, anlayabildiğin ve onlara uymaya devam edebildiğin halde, onlardan koşarak kaçmak istemek sadece insanlık hali mi yoksa daha derin bir temel sorun göstergesi mi? Her insanın seni farklı tanıması çok yönlülüğün ve davranış seçiciliğinin mi yoksa başka bir şeyin sonucu mu? Kendini üç sözcükle tanımlayabiliyorsan, insanlar seni üç sözcükle tanımlayabiliyorsa, ama bu altı sözcük uyuşmuyorsa üstelik sen son üçünü kabul etmekte zorluk çekiyorsan bunun anlamı nedir?
Senin üç sözcükle tanımlayabildiğin biri o üç sözcük değilse ne yapabilirsin? Yeni sıfatlarını kabul etmekte zorlanman neyi gösterir?
Korkmak için bir nedenin yoksa ama yine de dehşete düşmüşsen bu kendine güvenmediğin için midir yoksa sadece değer verdiğin şeylerden vazgeçemediğini mi gösterir?
Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?

Floccinaucinihilipilification

The action or habit of estimating something as worthless
(Oxforddictionaries.com)
Josef Valentino outside his pop-up art studio
guardian.co.uk

Nane Eksikliği, Semptomları ve Tedavisi

Saçma ve garip vücut tepkileri. Önce ve hala kızarık kollar. Hayır eğer hasta olmayacaksam vücudum neden dramatik zamanlar geçiriyor anlamıyorum.
Dün akşam dokuz buçuk gibi -tam olarak zıplayıp oynamam gereken saate denk gelmek üzere- bütün enerjimin zorla benliğimden koparıldığını hissettim. Öyle ki başımda pamuk kaplı tokmaklarla vuruyorlarmışçasına bir ağrı vardı ve ben arkadaşlarımın yapmak için bütün yıl uğraştığı şeyi izlemeye devam etmeye çalışıyordum. Bir ara kendimden yükseldim ve tiyatronun tavanına değdim. Sonra midemde garip kasılmalar başladı ve göbek atan insanlara son kez bakarak kendimi dışarı attım.
Minik ve yağmayan yağmur damlacıkları iyi gelmedi. Ben de yalnız bir mor koltuğa oturarak uyku ile uyanıklık arasındaki bekleyişime başladım. İnsanlarımı tebrik ettikten sonra otostop çekmeye gittim ama sanırım beni hayalet sanan üç araba gözümün içine bakarak almadı. Dördüncüsü bana prep olup olmadığımı sorarak ve Hemen uyu çocuğum annen sana yarın çorba yapsın diyerek bıraktı.
Eve geldiğim ilk birkaç dakika başımın patlaması dışında iyiydim. Sonra sanki biri midemin ortasında tek bir noktaya bastırarak midemin şeklini değiştirmeye çalışıyor gibi hissettim. Bayılmadan önce miden kasılır ve yan bir S şeklini alırmış gibi olur ya. Bayılmadım. Hatta bilincimin yerinde olduğunu kendime kanıtlamak için karışık cümleler kurarak kendime günümü bile anlattım. Sabah hatırlayınca buna çok güldüm :) Çünkü kendime maydanoz salatasında nanenin eksik kaldığını söyledim.
Midem böyle olunca, ne olur ne olmaz diye tuvaletin önüne oturdum. Baktım gerek yok, bir de yer de sert, uyumaya gittim. Sonra sık sık boğazıma bir şey batıyormuş gibi uyandım. Öksürmeye çalıştım, geçmediği için gözlerimden yaş geldi. Hani olur ya, ben nefret ederim. Ne kadar öksürsen geçmez. Ben de inatla gözlerimi kapayarak uyumaya devam etmeye çalıştım. İşe yaradı, sabah da gayet güzel uyandım.
Şaşırdığım da bu zaten. Boğazımın ağrımasını, burnumun akmasını, ateşimin çıkmasını falan bekliyordum oysa. Maydanoz salatasında nane eksik kalmış.

Edit: İki gün sonra boğazım ağrıyarak uyandım.

Perşembe

''Allah için'' ne demek?


Allah için çok güzelsin be sevgilim
Onlara her baktığımda
Ağlamak istediğim gözlerin de çok güzel
Çok güzel yalan sözlerin
Tek tek kalbime sapladığın
Kirpiklerin de güzel

Güzel biraz çıkık, biraz pembe elmacık kemiklerin
Kulakların bile güzel
Bana her seferinde hayır demek için salladığın baş
Başının üstündeki saç

Saçının altındaki ensen de güzel
Güzel beni kandırırken uzattığın elin
Gece hiç bu kadar mor olmamıştı deyişin
Çok güzel o rakıyı içişin

Benden giderken bıraktığın sızı da güzel
Güzel o kanlı gözlerin de
Şimdi git bana daha fazla bakmadan
Çünkü çok güzelsin sevgilim
Ve ancak gidişinle daha güzel göreceğim
Sen, Allah için çok güzelsin be sevgilim

Çarşamba

The Joy Of

The Joy Of Letting Go. Bir gün İngilizce bir kişisel gelişim kitabı yazmaya karar verirsem (eheh, neden yapayım ki?) adı mutlaka The Joy Of Letting Go olur. Başa çıkmanın temeli. Bence tabi.

http://meditationsfromthehive.files.wordpress.com/2012/01/let-go-2.jpg
http://meditationsfromthehive.files.wordpress.com/2012/01/let-go-2.jpg
Edit: Sanırım The Joy Of Letting Go diye semi-erotik bir film varmış. Acaba böyle bir kitap zaten var mı? diye bakınırken karşılaşmayı beklemiyordum.

Evrencikler: Bütünlüksüz Yazı

Bugün Shakespeare'de Hamlet okurken, hayaletler konusu açıldı ve bunu paralel ve kesişen evrenler konusu takip etti. Öğretmene göre -ki çok mantıklı duyuluyordu- sonsuzluk içinde sonsuz olasılığı barındırıyorsa gerçekten, birçok evrenin olması çok muhtemel. (Kendisi birazdan bahsedeceğim çok güzel sorular sordu.) Ama sonsuzun sonsuzluğa sığmasının tek yolu kesişmekse, o zaman bazen olan o garip şeyler belki de bizim algılayamadığımız kesişimlerdir.
Bu garip şeyler zaman zaman mass hysteria olarak açıklanabilir. Mass hysteria, şartlanmaktan daha öte bir şey olabilir mi? Birlikte çok zaman geçiren ya da sadece algısal olarak daha açık olan insanlar basitçe yanındakinin algıladığını birebir algılıyor olabilir mi? (Bu benim sorum.)
Kendimi algısal olarak tamamen açtığım birinin ben sadece kötü hissediyorken bile (keskin ve belirli bir acıdan çok yaygın bir hüzün gibi) fiziksel temasa geçmesi beni gözle görülür derecede rahatlatıyor. Bunun yanında uzakta hastayken ya da keskin bir üzüntü duyduğunda da o süre boyunca benim de nedensiz yere kötü hissedip sonradan öğrendiğim oldu.
Bunun sürekli olmaması, belki de sadece biraz hassas olduğumu gösterir. Ama ya başka bir evrendeki Name olanları biliyorsa ve buradaki Name'in üzerindeki etkisi buysa? (Bu öğretmenin sorusu.) Ya da her fikrimizi değiştirdiğimizde bu, diğer evrenciklerdeki bizlerin bizim üzerimizdeki etkisiyse? Mesela öylesine yapılmış o kadar çok seçim var ki. Aynı yere çıkan iki sokaktan hangisinden yürüyeceğin. O su şişesi mi yanındaki mi. O kalem mi bu kalem mi. Önce mi diş fırçalamalısın sonra mı. Gibi.
Bence görmesek de diğer evrenciklerde izimizi bırakıyoruz. Onlar da bizim evrenciğimizde izlerini bırakıyorlar. Kim bilir, belki bir evrende yer çekimi ancak bilim kurgularda görülebilen bir şeydir. Ya da belki bir evrende her şey gerçekten toz pembedir o nedenle toz pembe deyiminin hiçbir anlamı yoktur.

Turuncu Balık ile Sarı Balık

Burada sana iki balığın bitmemiş öyküsünü anlatacağım.

İki balık varmış. Biri akvaryumda, biriyse akıntının hiç bitmediği denizde yaşarmış. İki balığın da tek isteği burunlarının ucunu görebilmekmiş. Akvaryumdaki balık, ona turuncu balık diyelim, bazen tek gözüyle camdaki yansımasını yakalayabildiğinden, emin olmasa da aşağı yukarı neye benzediğini bilirmiş, ya da öyle sanırmış. Denizdeki balık ise, ona da sarı balık diyelim, akıntıyla oynadıktan sonra geri dönebilmek için sürekli akıntıyla uğraşır, sürekli yorulurmuş.
Bu iki balığı aynı havuza koymuşlar. Sarı balık, sürekli akıntı olmadığını görünce bunu garipsemiş. Sonradan anlamış ki yem almak için havuzun etrafında hiç durmadan yüzmesi gerekiyor. Bu da yeni bir sorun yaratmış: Aynı şeyi turuncu balık da yapmak zorundaymış.
Beraber sadece üç günleri varmış. İlk gün, ilk karşılaştıklarında adlarını öğrenmişler. Sarı balık, turuncu balığın gözlerinde sadece hüzün ve sakinlik görmüş. Turuncu balık, sarı balığın gözlerindeyse koskoca bir denizi gördüğü için korkmuş. Turuncu balık, sarı balığa aşık olmuş.
Burunlarının ucunu görmek istemeleri konusunda hiç konuşmazlarmış. Ne zaman karşılaşsalar havuzdan, havuzun suyundan ve yemin tadından bahsederlermiş. Turuncu balık, kafasındakileri sarı balığa anlatmak için can atarmış, çünkü az da olsa burunlarının ucunu görmenin naısl bir şey olduğunu bildiğini düşünüyormuş. Ama sarı balık asla konuyu açmamış.
İkinci gün, sarı balık kendi kaçışını planlamaya başlamış. Ancak kaçarsa burnunun ucunu görebilme şansı olacakmış çünkü. Turuncu balık bir akvaryum balığı olduğundan kaçmak istemez diye düşünüyormuş. Turuncu balık da her zamanki gibi sarı balık ile burunlarının ucu konusunda nasıl konuşacağını, neler demesi gerektiğini ve sormak istediklerini nasıl soracağını düşünüyormuş. Bu yüzden ilk karşılaşmalarında hiç konuşmamışlar. Yolun yarısında bunu fark eden turuncu balık, geri dönmüş, sarı balığı yakalamaya çalışmış. Sarı balık ona aldırmayınca eski rotasına dönüp karşısına çıkmayı beklemiş. Sarı balık o zaman da yanıt vermemiş. Turuncu balık, en sonunda, tamamen umutsuz olarak konuşmaya çalışmaktan vazgeçmiş.
Sarı balık, kafasındakileri havuzun yerine biriktirdiği yemlerle yazıyormuş.

Salı

Shakespeare Demişken

Pre-Scriptum:
''MACBETH
Cure her of that.
Canst thou not minister to a mind diseased,
Pluck from the memory a rooted sorrow,
Raze out the written troubles of the brain
And with some sweet oblivious antidote
Cleanse the stuff'd bosom of that perilous stuff
Which weighs upon the heart?
DOCTOR
Therein the patient
Must minister to himself.''


Shakespeare'i okurken tekrar tekrar karşı karşıya geldiğin bir gerçek. Ancak Macbeth'in doktorunun bence söylemeyi unuttuğu küçük bir şey var. Her hastalığa bir ilaç olmayabilir, ama hastalıkla savaşmada insan yalnız değildir.
*
Aslında burada sadece en sevdiğim Shakespeare konuşmasını paylaşmak istemiştim:



Liste.1

İnsanlar bunları diyecek yüzü nereden buluyorlar?

  1. Hiç yaşamadın
  2. Anlamazsın
  3. Bilmezsin
  4. Hissedemezsin
  5. Seni tanıyorum
  6. Seni biliyorum
  7. Sevmezsin
  8. Olamazsın

Yeniden

Kötü zamanları tek başına atlatmayı aşağı yukarı beceren bir insan. Ben güzel zamanlarda yalnız olmayı hiç sevmiyorum.
http://thou.wordpress.com/2007/08/26/our-grandmother-as-a-little-girl/


Edit: Bu resmi sadece kızı çok güzel bulduğum için ekledim.

Bariyer

Burada sana kaçınılmaz olarak ve sonuna kadar bariyer muhabbeti yapmaya karar verdim. Evet. Bariyerin Türkçesi engelmiş. Engel ve bariyer aynı şey değil oysa ki. Bariyer bir engel olmasına rağmen engel sözcüğünün çağrışımları kadar sert ve kısıtlayıcı değil. Ya da şu an bana öyle gözüküyor.
Yakınlaşmak, yakınlaşmak ve uzaklaşmak. İletişimlerde -ilişki yerine iletişim sözcüğünü kullanıyorum sanırım- yakınlaştıkça gelen istemsiz ya da istemli uzaklaşmak. Bunları anlamak, olmamış yeşil zeytinin ağzındaki tadına benziyor. Yemeye devam ediyorum.
Memnun olmandan utandıracak insanlar, memnun olmamanı diletecek insanlar. Haksız yere sen memnunmuşsun gibi. Memnun yerine asıl kullanmak istediğim mutlu sözcüğünü kullanamıyorum, ayıp gibi geliyor. Burada mutlu olmak ayıp. Bir şehri sevmek ayıp, çünkü şehrin kötüsünü yaşamadın. İyi şeyler aynı zamanda ayıp. Acıyı hafifletme gücün yok sadece ortak olmaya çabalayıp başarısız olabilirsin. Sadece buna iznin var.
Yakınlaşmak. Yakınlaşmak önce sadece iyi yanlarını kabul etmek. Sonra onu olduğu gibi kabul ettiğini sanmak. Yakınlaşmak, uzaklaşmak böylece. Romantik bir uzaklaşmak değil, o bir tanrıça olmasa bile gözardı edilen birçok şey. Gözardı etmediğini sandığın birçok şey. Ve de zorla gözardı ettirildiklerin. Yani uzaklaşmak. Kişiyi olduğu halde bilmemek, bildirilmemek ve bilmemekte diretmek. Sadece belki memnun olabilir diye tutunmaya devam etmek.
Tam burada güven bariyeri. Kimse benden daha zor güvenemez. Sanıyordum. Güven bariyeri, görünmez de olabiliyormuş. Ben görünmez güven bariyerleriyle nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Güven bariyeri basittir, katıdır ve kendini gösterir. O zaman üstüne gidebilirsin. Görünmez güven bariyeriyle nereden başlayacağımı bilmiyorum. Zamanım azalıyor ve benim aşmam gereken görünmez güven bariyerleri var.

Pazartesi

Konulu bilinç akışı

Bu yazıma ''For a strictly non-spontaneous person, I sure take a lot of spontaneous decisions.'' diyerek başlamak istedim. Yani yeterince spontane olmadığım zamanların öcünü alırcasına anlık kararlar veriyorum sanki. İyi mi kötü mü karar veremedim.
Korkmayı sevmiyorum. Bu nedenle korkmuyormuş gibi davranırsam belki his gider diye düşünüyorum. Mesela böceği camdan atmak gibi. Kendimi cesur şövalye gibi hissederek böceği camdan atıyorum, sonra farkına varıp korkuyorum. (Burada anlamamış şekilde gülümsemeni, sonra yeniden okuyup ''Saçma'' diye düşünmeni bekliyorum.) Yanlış karar alıp sonra çok üzülmekten korktuğum gibi. Önemli kararları artık sadece bilinçaltımdan düşünmek yeterliymiş gibi çabukça alıyorum. Şimdiye kadar pişman olduğum bir şey olmadı, ama daha iyisi olabilirdi diye düşündüğüm çok şey var. Özellikle zaman kullanımıyla ilgili. Rahat bir yılımda yeni bir dil öğrenmemek gibi.
Konunun bir başka yanı da kararları almanın verdiği sorumluluk duygusu. Kararın bana ait olmasını seviyorum. Çünkü böylece sorumluluk alabildiğimi kendime kanıtlamış oluyorum. Neden böyle bir gereksinimim var? Büyümek istemiyorken en azından büyümeyi yapabileceğini bilmek güzel bir duygu. Üstelik belki filmler bazı konularda haklıdır. Belki dibe vurduktan sonra gerçekten de gidilecek tek yön yukarısıdır. Tabi hiçbir zaman dibe vurmana gerek kalmayacağını umalım.
Gelecek konusunda kararsız olmanın normal olduğunu söyleyenler ve daha kötü bir şey olamayacağını savunanlar yine kafamın içinde çatıştı bugün. Hala kendimi arıyorum diyen 50+ insanlara inanmak ve güvenmek istiyorum, ama kafamdaki mutfakta emekleyen bebeğin iyiliği için belki de bir karar verme zamanı gelmiştir.

The Hours

*I rate myself: Boring but necessary*
The Hours. Her izleyişimde beni yeniden etkileyen, hayatın anlamı ve aitlik konusunda bir film.
Nicole Kidman'ın Virginia Woolf'u oynayışı mı, Julianne Moore'un 50'lerde bir ev kadınını oynayışı mı yoksa Meryl Streep'in modern Mrs Dalloway'i oynayışı mı daha iyi karar veremiyorum.

Burada sana sahne sahne olanlar muhabbeti yapmayacağım. Ama ilk olarak Woolf'un kocasının ''Yemek yemelisin.'' sahnesi var. Woolf'un rahatsızlığına rağmen ilişkinin acı dolu tatlılığını gösteriyor. Sonra o cümle geliyor. ''Mrs Dalloway said she would buy the flowers herself.'' Filmdeki gösterimi zekice ve büyüleyici, çünkü tam o sırada Meryl Streep'in karakteri olan Clarissa'yı ''Sally, I think I'll buy the flowers myself.'' derken duyuyoruz. Şairin her şeyi isteyip elde edemememizle ilgili konuşması acı verici. ''I think I'm only staying alive to satisfy you.'' Daha sonra, Woolf yürüyüşe çıkmak istediğinde kocasının ''If I could walk midmorning, I would be a happy man.'' demesi. Filmde (eminim kitabında da) o kadar güzel yazılmış yerler var ki. Ölmek üzere olan bir kuşa yatak yapan küçük kız mesela. Woolf'a ''What happens when we die?'' diye sorduktan sonra ''She looks very small but very peaceful.'' demesi çok güzel.

Şaka. Aslında gerçekten sana sahne sahne olanlar muhabbeti yapacaktım. Çünkü her sahnesi hakkında yazılmaya değer - benimki gibi değil, adam gibi uzun ve güzelce yazılmaya değer. Ama bu plan, filmin ilk saatinden sonra ağlamaya başlayınca suya düştü ve sadece filmi izleyebildim. The Hours ile bu kadar bağdaşabilmem ürkütücü. Hayatın anlamını ve hayatınla ne yapacağını en çok sorguladığın yaşlardan birinde bir de The Hours'un etkisinde olmak gerçekten zor. Ve bu da en sevdiğim alıntı:

Telepatik Seviyede

Deliyim, delisin, deli. Başıma garip bir şey geldi.
Sisli olduğu için blog açtığım -ve içine Ahmet Haşim'den dizeler koyduğum- o gün, bir insan bana telefonda Türkçeyi ne kadar sevdiğini anlattı. Blogumu açar açmaz bulduğundan şüphelendim, oysa ki blog sözü bile geçmemişti. Telepatik seviyede iletişim.
Bugün ise, aynı insan iş yapmak yerine bir blog açtığını söyledi. Dilim tutuldu tabi. Bu nedenle telepatik seviyede iletişim deme gereksinimi duydum. Tabi ben bir blog açtığımı söylemedim, bunun bir blog sayıldığından hala emin değilim. Ama telepatik seviyede iletişimim olan iki insandan birinin, benimle aynı gün ve haberi olmadan blog açması ilginç. Burada sana algısal şeyler muhabbeti yapmayacağım. Fark ettim ki, o çok uzun zamandan beri blog açmak istiyordu, bense anlık bir yazma-gereksinimi-taşması yaşayarak blog açtım. Hem o, şiirlerini ya da öykülerini internete koyabilecek kadar cesur, bense görünmez okurlarıma onlarla güvenemiyorum. Şimdilik. (Görünmez okur çok tematik durdu bu yazının içinde.)
Bu resim, telepatiden çok ( :) ) görünmez okurlarımı anlatmak için var.
Yani sen sevimli bir hayaletsin aynı zamanda!

Pazar

Yaz ve Kirazlar.

Buraya yazmak için yaz ve kirazlar temalı bir şey düşünmüştüm. Her doğum günümde mutlaka kulağıma ikili kirazlar takmayı çok sevişim, sıcak akşamlarda dışarıda olmanın keyfi gibi şeyler. Ama bir şey fark ettim. Blog yazarken içine kendinden, yani sana özel şeylerden bir şey katmamak mümkün değilmiş. Her gün yeni bir şey öğrenmeye !

Pencere Kenarı, ya da

Sis, Bulutlar ve Yıldızlar


Uyku tutmayınca, yalnızken ya da yalnız hissediyorken hep pencere kenarına otururum. Instagramlerde gördüğün gibi eskimiş, hayali, bir tutam saçı yüzüne düşmüş kızıl saçlı kız gibi değil. Battaniyem -sıcak olmadıkça-, sarılacağım bir oyuncak -yoksa yastık-, ve mutlaka gözlüğüm ile birlikte. Sisliyse, gece sis sarı gözükür. Hem şehir ışıklarından hem de sanırım biraz kirlilikten. Bulutluysa bulutları iyi seçebilirsin, pamuk pamuk olmasalar da yumuşak bir his verirler ya hani. Hava açıksa, karşının ışıkları çok keskin gözükür. Şehir ışıklarından yıldızları neredeyse göremediğimiz için, karşının ışıklarına yıldız diye bakarım. Sonrası her filmde olduğu gibi yıldızlara bakarak küçüklüğümüzü düşünmek. Ama evrendeki yerimiz, varlığımızın anlamsızlığı yerine geleceği hatırlatır daha çok bana yıldızlar. Memnun olmanın böyle bir götürüsü var sanırım. Bulunduğum yerden memnun olduğum için bana ışık hızıyla gelen değişimlerin benden alacaklarını düşünerek üzülürüm. Eskiden hüzünlenirdim. Hüzün daha ağır, daha yaygın bir his benim için. Şimdiyse üzülüyorum. Keskin ve yeri belli. Sana burada aşk budur muhabbeti yapmayacağım. Ama sanırım böyle hisler büyümenin bir parçası. Hep olduğun yerden ayrılacağını bilmek gibi. 
Büyüyünce güzel ve geniş bir mutfak istiyorum. Kafamda o mutfağı oluşturmak beni mutlu ediyor.

Istakoz.

Istakoz severim. Çok. Ancak pişirilmesi konusundaki ikilemi, itiraf etmeliyim ki yeni yaşamaya başlıyorum. Bir karar verecek kadar bilgiye sahip olduğumu düşünmüyorum. Ama Consider The Lobster adlı essay'i okuyunca düşüncelerimin yönü biraz değişti.
Daha çok neden daha önce düşünmediğimi ve yiyecek zevkinin nereye kadar gitmesi gerektiğini sorguluyorum. Çoğunlukla ''Bu dünyaya yemek için geldim.'' diyenlerdenim. Buradaysak ve ulaşabiliyorsak güzel tatları geri çevirmenin alemi yok. 
Ancak şimdilerde sorguladığım şey, yazarın kelimeleriyle ifade etmek gerekirse: ''[I]s your refusal to think about any of this the product of actual thought, or is it just that you don't want to think about it? And if the latter, then why not? Do you ever think, even idly, about the possible reasons for your reluctance to think about it?'' (Wallace 254) 
Balığın canlıyken yarısını kızartıp yiyenleri duyunca bunun insanlık dışı olduğunu ve asla böyle bir şeyin parçası olmayacağımı düşündüm. Hani çok küçükken, yediğin etin aslında resmini gördüğün hayvan olduğunu anladığın zamanki ilk korkun gibi.
Tabi bu ıstakoz ikilemi, daha çok dünyada hiç durmadan olmaya devam eden kötülükler -kötülükler diyorum, sanırım daha güçlü bir sözcük kullanmaya ya da herhangi bir yerden sıralamaya başlamaya bile tahammülüm yok, ne acı- konusundaki istemli düşünmeme eyleminin bir parçası. Ve bu da bizi daha büyük bir soruya getiriyor. Olmaması gereken her şeyle savaşma gücünü nereden bulabiliriz ki?

Romantizm Demişken

''Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Gözler neler eyler, neler işrab;
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bitab.''

''Melal-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
[...]
Kadınlar orda güzel, ince, saf ve leylidir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyahut yar;
Dilde tenvim-i ızdırabı bilir
Dudaklarındaki giryende buseler, yahut,
O gözlerindeki nili sükut-ı istifham.''
                                                Ahmet Haşim

İşte bunları hala seviyorum. Ne divan şiirinin kadın anlayışından ne de anlamadığım Arapça tamlamalardan kurtulabildim.

İlk. Diyelim.

İlk*

İlk blog yazım. *Aslında bu ilk blog yazım değil. Bu şeyi internete ''salmadan'' önce kaç kere değiştirdim bilmek istemezsin. Çünkü çok ilginç değil. 
Pasta dilimini yemeden önce içindeki frambuazları sayanlardan değilim. Adımı neden Name olarak seçtiğimi, blogumun başlığını neden Insert Name Here yaptığımı ve adresimin neden vesonkiucdort olduğunu söyleme gereği duyuyorum.
Öncelikle Name, her yerde kullandığım adlardan farklı olmalıydı ki ''Senin de mi blog'un var, inanmıyorum!'' gibi tepkilerden kaçınabileyim. Bir de Name, Türkçe okunduğunda name oluyor. Sözlüğe göre aşk mektubu. Bu da içimden bir türlü atamadığım romantizme uyuyor. Sonra, düşündüm ki böyle internet üzerinde ve interaktif bir şey, yalnızca bana ait olamaz. Bu da blog başlığımı Insert Name Here yapmamın nedeni.
Adresime gelince. Bir anda aklına gelir de çok seversin ya. O kadar. Güzel müzik yapan arkadaşlarımın da hoşuna gider belki.
Sanırım açıklamam gereken son şey. Bir mayıs günü olmasına rağmen sisli olduğu için bu blogu açmaya karar verdim. İşim var, çok çalışmalıyım. Ve gelecek korkularımı yenmek üzerinde çalışmalıyım. Ama kapalı hava bende yazma gereksinimini uyandırıyor.

Bu bir ipucu değil.

Bu bir ipucu değil. Çocukluğa dönüş de değil.
Bunlar sadece renkli.